27 Eylül 2010 Pazartesi

BOLİVYA

Hep söylenip durdum gerçek Latin Amerika nerede diye..sanırım sonunda oraya doğru yollanıyorum. Biletim Buenos Aires – La Paz / Bolivya.. otobüsle tam 2 gün ! Burada hep karayolunu tercih ediyorum çünkü yol boyunca görülenler bile ilginç olabiliyor. Aslında birinci tercihim tren ama şu ana kadarki ülkelerin hiç birinde önermediler. Arjantin de epey direttim, herkese sordum, hepsi ağız birliği etmişcesine “gitme yolda kalırsın, gitme güvenli olmaz vs. vs.” laflar edince akıllı ol Filiz dedim vardır bir bildikleri..
ama sonraları tanıştığım Arjantinli bir kız treni kullandığını ve çok memnun olduğunu söyledi. Ama aynı uyarıları zamanında Ona da yapmışlar, ailesi engel olmaya çalışmış, vs vs..yani yerli halk arasında böyle kötü bir imajı var trenin..Neyse gelelim otobüse. Arjantin de otobüsler oldukça lüks. Cama Bus dedikleri koltukları tam yatan otobusler var. Fotografladım göreceksiniz, geniş geniş yayılabiliyorsunuz. Böylece yolculuk rahat başladı. Arjantinin kuzeyinde Jujuy denilen bölgede Salta diye bir şehirden çok kişi sözetti, aslında orada mola verip sonra devam edecektim ama son dakika plan değişti şimdi oradan trans geçiyorum. Dağlar ağaçsız ve rekgarenk..yani toprakları. Oluşumları sırasında değişik toprak cinsleri etkili olmuş anlaşılan ve sonuç da ona göre etkileyici olmuş. Kızıl, sarı, gri, kahverengi vs vs..toprak değişik renkleri gösterebilmek için üstünde hiç bir şey barındırmamış. Git git git kurak kurak kurak….ne biçim memleket ne yer ne içerler?
Uzun yolda uzun düşüncelere dalarak Bolivya sınırına ulaştım. Arjantin otobüsünde hepimiz kuyrukta çıkış işlemlerini bitirip bir köprüden yürüyerek Bolivya’ya geçtik. 90 günlük vizem anında tamam, hiçbir sorun yok. Bolivya’ya hoş gelmişim.. Ama bu da ne? Anında dünya değişti!   
Sınırı geçer geçmez gitti Cama Bus geldi döküntü Bus.. Dakka bir gol bir! Benim daha 18 saat yolum var..evet gerçek Latin Amerika’ya hoşşş gelmişim J
Arjantin’in kuzeyinde gördüğüm kurak toprak görüntülerine şimdi bir de Bolivya’nın yoksul yolları, köyleri ve tabii insanları eklendi.
Her yer toz toprak..bu coğrafi bir durum ve her yer yoksul bu da insani bir durum..
Coğrafya konusunda bana ilginç gelen bir konu da; rakım olarak 3000 ve üzerinde seyretmemize rağmen klasik virajlı, uçurumlu yollar yoktu. Sanki dümdüz bir ovada gittik. Hem bu kadar yükselip hem bu kadar düz bir alan da yol almak nasıl oldu, ben hala anlamış değilim..??
Yolda köyler var ama su ve yeşillik görünmüyor. Zaten bu yükseklikte yeşillik olmaz biliyorum ama hayat nasıl oluyor ve insanlar nasıl yaşıyor onu bilmiyorum. Tarım yok, hayvancılık desem ara sıra birkaç inek, koyun gördüm..o kadar. Köy dediğim kerpiç evlerden oluşan, toz toprak içinde birbirinden uzak küçük grupların yerleşimi.
Kıyafetler çok ilginç. Canlı renklerden oluşan etek, kazak ve sırtlarında yük ve çocuk taşıdıkları bohçaları. Bir de şapkaları var..İngiliz Sir şapkaları bu renkli kıyafetin ayrılmaz aksesuarı. Yaşlı teyzelerin saçları iki örgü..bunu zamanında bilmem hangi İspanyol yöneticisi emretmiş (okuduğum kitaptan biliyorum). Sanırım şimdi de gelenek haline getirmişler ki devam ediyor. Yine okuduğum kitap (Latin Amerikanın kesik damarları) derki: “şimdi turistlerin fotoğrafını çektiği kıyafetler aslında İspanyollar tarafından yerlilere zorla giydirilen kıyafetlerdir”
Neyse tekrar dönelim gördüklerimize..Şehirler genelde bir veya iki katlı sıvasız evlerin geniş bir alana yayılması ile oluşmuş. Şehrin küçüğüde büyüğüde aynı..Sonunda La Paz dayım..Dünyanın en yüksekteki başkenti.
Yol fotografları:

LA PAZ
Rakım şehir merkezinde 3600 m ve 4082 m ile en yüksek havaalanı bu şehirde. O yükseklikte uçak indirecek düzlük nasıl varsa? Böyle garip bir yer işte.
Genelinde mütavazi bir başkent ama her şehirde olduğu gibi buranın da zengin semtleri var. Klasik gökdelenler, mağazalar vs. Bana ilginç gelen birkaç nokta: Cansız mankenler, reklam panoları beyaz ırk örnekleriyle dolu. 2 papaz gördüm ikisi de beyaz tenli amcalardı. Senfoni orkestrası konserine gittim, şef ve baş kemancılar beyazdı. Zengin semtlerde gördüğüm insanların renkleri bariz beyazlaşmaya başladı, en azından melezdi. Yani lafı nereye getireceğim, burada hala sömürünün uzantıları yaşanıyor. Benim tarih kitabı okumama gerek yok.

Burada yükseklikten dolayı oksijen azalıyor ve deniz seviyesinden gelen insanlar için sorun yaratabiliyor. Bu sorun zaman zaman zor nefes almadan, ciddi yükseklik hastalığı denilen hastalığa kadar uzanabilir. Buralarda yavaş hareket edip, az yemek gerekiyormuş. Zaten tersi bir duruma imkan yok biraz acele edince anında tıkanıyor insan. Şehir yamaçlara kurulmuş, ister istemez yokuş yukarı gidilecek ama nasıl..kocakarı misali 1 adım 2 nefes.
Bu soruna yardımcı olacak yegane çözüm koka yaprağı çiğnemek benim gibi tadını beğenmeyenler sıcak suda çayını deneyebilir. Ülke dışına çıkarmak yasak. Bizde yetişen yaş çay yaprağı gibi bir şey. 1440 kg koka yaprağından 1 kg chlorohydrate denilen kokain maddesi üretiliyormuş. Çay olarak içmenin etkisi yok denilecek kadar az, çiğnemenin önemli ve zararlı etkisi yokmuş. Nereden mi biliyorum? Uzmanından.. Bakınız: IBBA- Center of botanical research & ecology and French Institute for scientefic research and cooperative development (ORSTOM)’un 1977 yılında yayınladığı araştırma rapor sonuçları.   
Bu bilgileri COCA MÜZESİ’nde verilen kitapçıktan edindim. Aynen alıntıdır. Meraklısına biraz daha detay:
Kokanın izi ilk kez kuzey Peru da MÖ 2600-1800 yıllarına ait mumyalarda bulunmuş.
INKA’lar 1200-1475 yıllarında yağını çıkarmış. Inka ve diğer kültürlerde koka yaprağının özel bir yeri varmış. Geleneksel olarak hristiyanların şarabı gibi temel dini tören malzemesi, ölüm, düğün vs alanlarda kullanılıyor. Büyücü doktorlar hastalarını koka ile iyileştiriyor, falcılar yaprağından fal bakıp geçmiş ve gelecek hakkında yorum yapıyor, büyü yapmada kötüyü kovmada yine koka yaprağına başvuruluyor. Dua ederken sembol olarak kullanılıyormuş.
Daha sonra kokayı beyaz adam keşfetmiş.
Koka çiğnemenin, kölelerin daha hızlı yürümesini ve enerjik olmasını sağladığını maden sahipleri anlayınca zorunlu hale getirilmiş. Köleler 48 saat aralıksız mola vermeden, yemek yemeden sadece koka çiğneyerek çalıştırılmış.

1885 de anastezide kullanılmak üzere kokain üretilmiş. (nerede olduğunu not almamışım)

İlk olarak Fransada “Mariani Wine” markası her 28 gr likör için 0,12 gr kokain kullanmaya başlamış daha sonra Abd de 1886 da Dr. John Pemberton tarafından koka bazlı ilk soft içecek “coca cola” adıyla üretime girmiş.
1894 de coca cola’nın içeriğinde kokain varken 1914 de yasaklanması üzerine koka yaprağı tadı (flavour) kullanılmaya başlamış.
Bu madde günümüzde ilaç sanayi, coca cola şirketi ve yasadışı kokain mafyası tarafından yönetilmekte buna rağmen Bolivya suçlanmaktadır. (ve diğer fakir ülkeler—bu benim eklemem)
Bugün 36 ülke ilaç endüstrisinde yasal olarak koka üretiyor. ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, Belçika vs bu ülkeler içinde ama Peru, Bolivya gibi bu kıtanın ülkeleri listede yok. Abd de coca cola’nın sahibi Stephan Chemical 500 kg / yıl üretim yapmaktadır.

Müzedeki bilgiler daha çoktu ama ben ancak bu kadar not alabildim. En son aldığım notlar bence çok hoş, çeviride belki eksik kalırım diye orjinalini de ekliyorum bilenler kendi çevirsin.
 “Beyaz adam (fatih) koka yaprağına dokunduğunda, bedeni için zehir ve aklı için delilik buldu ve ne zaman koka yaprağı onun kalbini yatıştırmaya çalışsa, sadece onu kırmaya yaradı, sanki buz kristalinin dağları tahrip etmesi gibi.  . …(When the white conqueror touched the coca leaf, all he found was venom for his body and madness for his mind and when coca tried to appease his heart, it only served to break it, like ice crytals destroy mountains)

“Yaprağı sevgi ile koru ve kalbinde acı hissettiğinde ya da kafanda belirsizlik oluştuğunda yaprağı ağzına götür.  (..guard your leaves with love and when you feel pain in your heart or obscurity in your mind, bring the leaves to your mouth..)
Nasıl herşeyin cılkı çıkarılır..alın size örnek..

SALAR DE UYUNİ
Buralarda yazdığım pek çok şeye sık sık “dünyanın en…” kelimesiyle başlıyorum. Evet Salar de Uyuni de dünyanın en büyük tuz gölü-çölü ne denirse artık oymuş..
Git git heryer kar beyazı..fotoğraflarda kar mı tuz mu ayırt etmek zor. Uyuni Bolivyanın güneyinde küçücük bir yer. Bu tuz gölü  onlara hem tuz ihracatından gelir hem de turizm geliri sağlamış – gerçi ilk yazdığımdan pek emin değilim, tuz ihracatı onlara ne kadar ekmek kapısı olmuştur bilmiyorum aslında. Salar de Uyuni oldukça etkileyici. Jipimizle uçsuz bucaksız beyazlığın ortasında lastik izlerinden grileşmiş yollarda yol aldık. Bu arada şöyle bir sorum var, bilen varsa lütfen beni aydınlatsın. Tuz gölünde kuruyan tuzlar altıgen şeklini almış.. Neden? (bknz. Fotoğraflar)
Bu çölün ortasında -hala çöl mü, göl mü ben karar veremedim J
Neyse adı Isla Pescado “balık adası” olan bir yere geldik. Üstü kaktüs dolu bu adanın adı meğerse şekli balığa benziyor diye balık adasıymış. (haritasında bir ucunda balık kuyruğu şekli var) Adadan tuz manzarası gerçekten güzeldi. Bu kısmı anlatması için sizi fotoğraflara havale ediyorum.
Aslında 2 gece 3 günlük turlar vardı, gece tuzlada kalınıp, flamingolar, volkanlar, değişik renklere bürünmüş göllerin görüleceği ilginç bir tur ama gece konaklamanın ısıtmasız otellerde olduğu ve uyku tulumları kiralanması, kalın giysiler alınması gibi öneriler hala gribi geçmemiz bendeniz için gitmeme kararı oldu.
Buraya ait küçük bir not daha ekleyeyim, yolda bizi tren mezarlığı gibi bir yere de götürdüler. Trenle tuz çölünü boydan boya geçmek ve Şili’ye varmak mümkün.

TİTİKAKA
Dedim yaa “en”lerle devam edeceğim. Titikaka “3815 mt ile dünyanın en yüksekdeki gölü”. Ortalama derinlik 140-180 mt ve yüzey alanı 8288 km2 ile Bolivya ve Peru arasında masmavi sularıyla deniz misali uzanmış, ufka bakınca kara değil ufuk çizgisi görünüyor. İçinde adaları, yapay adacıkları ve doğal balıkları var. Önce Bolivya kıyısındaki Copacabana şehrinde ulaştık, oradan biz ve otobüsümüz teknelerine ayrı ayrı binip karşıya geçti. Yol boyunca yeşillenmiş tarım alanları daha canlı yerleşimler görmek beni bu ülke adına mutlu etti. Copacabana şehrinden Isla del Sol (güneş adası) ve Isla del luna (ay adası) ulaşımları var biz güneş adasına gittik. Bu arada biz derken Türkiyeden arkadaşım Müge ile buluştuk ve yaklaşık 1 haftamız birlikte geçti. Böylece Türk görmeyenlere “dos Turcas” olarak çıkartma yaptık.

COPA CABANA VE ISLA DEL SOL
Copacabana (bu isim aynı zamanda Rio de Jenario’nun en önemli plajlarından birinin ismi, bu kıtada böyle tekrarları görmek mümkün) anladığım kadarıyla dini anlamda önemli şehirlerden biri. İlginç bir katetrali var, beyaz boyası ve kubbe tarzı mimarisi ile şu ana kadar gördüklerimizden daha değişik ve hoştu. Küçük bir yer ama hoş kafeleri ve kaliteli restoranları ile güzel. Buradan Isla del Sol’a teknelerle ulaşılıyor. Adanın değişik koylarında değişik şeyler görmek mümkün ama ayak bastı parasını ödeyerek J

Notlar:
1-       Arjantin’den Bolivya ya ıssız yol boyunca küçük küçük yapılar vardı. 60-80 cm yüksekliğinde ev maketi gibi. Üstünde hac ve çiçekler var. Sordum, ibadet içinmiş. 
2-      Maskeler geleneksel kutlamalarda önemli bir figür.

19 Eylül 2010 Pazar

ARJANTİN

Vize istemeyen ülkeleri çok seviyorum..Veriyorsun pasaportu damgalıyor o kadar..Burada bizden vize isteyen 2 ülke var..biri Peru, diğeri Paraguay (eger Paraguay’a günübirlik girip aynı yerden geri dönecekseniz oraya da vize gerekmiyormus. Çok ucuz elektronik pazarı olduğunu söylediler ama hiçbir şey taşımaya niyetim olmadığı için gitmedim) Neyse konu vizeden açılmışken şunu da anlatayım sonra Arjantine geçeyim. Peru vizesini Türkiye’den almak için Peru’nun Roma elçiliğine başvurmamız gerekiyor. Biryığın evrak ve yanlış hatırlamıyorsam 300TL civarı para..Tecrübeli bir arkadasım git B.Aires’ten kolayca alırsın demişti. Sağolsun bu bilgi çok işime yaradı. Yaklaşık 40 TL ye ve 1 saat içinde aldım. İstenen evrakları hazırlamamak da cabası. Ben bunun sevinci içindeyken – yani en kolay aldığım vize diye düşünürken- Hollandalı bir arkadas “1 saat mi? O da ne alt tarafı damga vuracaklar” dedi. Ona uzun ve zahmetli geldi..Damdan düşmeyen düşenin halinden ne anlar..Neyse fazla yorum yapmayayım çünkü sinir oluyorum..
Evett..Arjantin de Puerto Iguazu’ya geçtim. Hemen yapı değişti. Tek katlı, bahçe içinde lüks değil ama oldukça şık ve sade bir yerleşim yeri. Sakin bir yer.. Özelliği şelaleler ve oranın Arjantin tarafını daha önceki yazıda yazdığım için tekrar yazmıyorum. Buradan 21 saatlik otobüs yolculuğu ile Buenos Aires’e yollandım.    

Buenos Aires (buenos:iyi, güzel – aires:havalar)
Bu güzel havalar diyarı beni kıştan bahara geçen “tehlikeli” bir konumda karşıladı. Bir an iyi diğer an bilmiyorsunuz. Boşuna dememiş şair “beni bu güzel havalar mahfetti” diye J
Ama çantamın dörtte birini oluşturan ilaç torbamı boşuna taşımadığıma sevindim en azından.
Buenos Aires (BA) her yönüyle klasik bir Avrupa kenti. Mimarisi, insanları..Brezilya da yelpazeden sözetmiştim ama burada insanlar tek renk. Sarışın, esmer farkı bile pek yok. Kumral yogunluklu. Zaten çoğu avrupa kökenli-Uruguay gibi- buralarda haritaya bakmasam kendimi Avrupa’da sanabilirdim. Zaten durmadan BA yerine Barselona deyip durdum şehre. Bu yönüyle fazla vakit kaybetmeye gerek olmayan bir şehirdi ama benim dinlenmeye ihtiyacım vardı. Brezilya ya göre nispeten daha ucuzdu. Bende sallana sallana gezdim şehri. Buralı insanlarla buluştum, salsa kursuna bile gittim. 5 gün güzel gecti sayılır, son 2 günlük soğuğu saymazsak.
Kaldığım yer şehrin merkezindeydi, pek çok yere yürüyerek ulaşma imkanı sağladı. Zaten belli başlı yerleri özetlersek;
Florida caddesi; Fotograflarda da göreceksiniz, bizim Beyoğlu tarzı bir yer ama caddenin ortasında sıra sıra işportacılar (ama sanırım yasal) rengarenk şeyler satıyorlar. Arjantin de fiyatlar bize yakın, hatta biraz daha ucuz bile diyebilirim.
San Telmo: Şans eseri Pazar günü gittim ki esas görülesi zamanmış. Upuzun bir cadde ve müthiş kalabalık aynı Florida cd. gibi (hatta bazı işportacılar, animatörler oradan gelmişti) canlı müzik, tango gösterileri..bu bölge antika mağazaları ve kafeleri ile meşhurmuş. Turlamak keyifliydi.
Arjantin yüzyıl önce dünyanın en zengin sekiz ülkesinden biriymiş. Ünlü Mayıs Meydanında hükümet binasını gezerken bu zenginliği altın kaplama kapı ve tavanlarda somut olarak görebiliyorsunuz. Çok kısa tarih bilgisi; 25 Mayıs 1810 bağımsızlık günleri, yani 200 yıl olmuş sömürüye başkaldıralı. Güney Amerika’daki tüm ülkelerden askeri ve siyasi liderlerin portrelerinin olduğu bir salon gezdim. Fotografları ve haklarında bilgiler vardı. Hemen hepsi 40 yaşını göremeden ölmüş. Che 39, Evita 33 yaşındaymış öldüğünde. 57’yi gördüğümde vay be çok yaşamış neden acaba diye daha bir merakla baktım geçmişine..Bu kıtanın tarihi gerçekten çok ilginç. Bunu ayrıca yazmam lazım, şimdi tarih sevmeyenleri sıkmayalım.
Bu arada fotograflarda mezarlık göreceksiniz ama ben hayatımda böylesini görmedim. Küçük bir şehir gibi. Mezarlar neredeyse bildiğimiz ev boyutunda. Kapılı, pencereli. Kimi mermerden, kimi sütunlu..Evita dahil pek çok kişinin mezarı burada.
BA, dediğim gibi güzel amaa.. aynı zamanda sıradan bir şehir. Palermo, Puerto Madero, Boca diğer turistik yerlerinden bazıları. Örneğin Boca fotoğraflarda rengarenk evlerin olduğu cıvıl cıvıl bir yer gibi görünüyordu. Aynı zamanda Maradona’nın doğduğu yer ve takımı, stadyumu yani futbolu ile ünlü. Gideyim dedim. Bindim belediye otobüsüne birkaç durak önce stadyumun arkasında inmişim. Yürüyerek buldum yeri. Kısa 2 sokaktan oluşan, bana göre “yapma” turistik mekanlardan biri. Sakin sakin geldiğim yerden geri döneceğim, dükkan sahibi bayan beni uyardı “ sana vurup sonra çantanı alıp kaçarlar, dikkatli ol” dedi. Yani insan psikolojisi ne garip, sakin sakin – cahil cesareti ile- geldiğim aynı yolu telaş içinde geri gittim. Bu arada BA oldukça güvenli bir şehir bence. Özellikle şehir merkezi..test edilip, onaylanmıştır J
Veee TANGO..13-31 Agustos Tango Festivaliymiş. Her yer tango doluydu. Sokaktaki amatöründen, salondaki profesyoneline kadar. 2009 yılında Tango UNESCO tarafından dünya kültür mirasına alınmış. Yani sadece dans değil artık bir kültür mirasıymış. Bu bilgiyi de ekleyip BA kısmını kapatalım.
Son bir not: Fotograflarda televizyondan çekilmiş bir kadın portresi var. Evet O kadın Arjantin Cumhurbaşkanıymış. Elalemin ne cumhurbaskanları var, bakın da gözünüz gönlünüz açılsın :)


Tigre
Buenos Aires’in trenle 40 dk kuzeyindeki ilçesi. Aslında burayı bilmeyecektim. Uruguaya gidiş hazırlığındayken oralı birisi Tigre den kalkan vapurla Uruguaya geçmemi önerdi. Baktım hoş bir yere benziyor ve yağmurlu bir günde-hemde ne yağmur- vardım. Sular sel olmuş..ancak kendimi hostele attım. Vapur ertesi sabah, o yüzden hiçbir yere çıkmadan ayrıldım Tigre’den ama dönüşte gezmek üzere.
Dönüşte benden özür dilercesine hava kıyak geçti ve Tigre’ye hayran kaldım. Çok az yer için “ben burada yaşarım” derim. Evet Tigre bunlardan biri olabilir. Burada yaşa, BA de çalış. Süper..Ben buraya göz koydum J
Parana nehri okyanusa çok büyük bir delta ile dökülüyor. Tatlı su deniz olmuş, sonra okyanusa karışıyor. Tigre bu delta üzerinde kurulan evlerle çok şirin bir yer. Evlerin iskelesi var, tabii hepsinin ulaşım aracı tekne. Evler kazıklar üstüne yapılmış. Neyse burayı bırakayım fotograflar anlatsın.
Sadece birkaç anı ekleyeyim. Uzaklar II teknesi 2 yıldır dünyayı dolaşıyor, Osman ve Sibel Tigre yakınlarında demirlemişler. Bir bayram günü 3 Türk buluştuk. Osman telefonda “sen İzmir’limisin?” dedi ben de hayret Karadenizlilik şiveden anlaşılır ama İzmir nasıl yani! Diye düşünürken, Sibel Balçovalıymış. İzmir köy, tabii ki ortak tanıdık da çıkacak. Benim için çok bir güzel bir bayram oldu. İkisiyle de tanışmak ve zaman geçirmek pek keyifliydi.
Şu nu da yazıp öyle bitireyim: Tigre de kaldıgım otelin sahibinin aktardığıdır – yorumsuz yazıyorum: Bir erkeğin 4 tip kadına ihtiyacı olurmuş.
1-       Yunanlı- yemek yapsın diye
2-      Hintli – hoş tutsun diye
3-      İtalyan – çocuk doğursun diye
4-      Türk – hadi bilin bakalım niye?

“fighting” yani Savaş, mücadele, kavga..demek.. 
 
Osman ve Sibel’den duyduğum; “bir Türk gibi siste kaybolmak” ve “Türk kadını gibi kıskanç” deyimleri de buralarda yaygınmış.

Araya bir Uruguay sıkıştırıp sonra gerçek Latin Amerikaya doğru yola çıkacağım.

16 Eylül 2010 Perşembe

URUGUAY

Gelmeden önceki araştırmalarım Uruguay’ı ziyaret etmesem de olur şeklindeydi. Ama tecrübeliler “Buenos Aires’ten oraya gitmek o kadar kolay ki, gitmemek yazık” şeklinde yorum yapınca ve yine görenlerden bir başka arkadaş özellikle Cabo Polonio denilen yeri şiddetle önerince tamam dedim, Gidiyorum..   
Tigre fotograflarında gördüğünüz catamaranla Uruguay da Carmelo ya vardım. Aslında Cabo Polonio denilen yer buradan 8-9 saatlik otobus yolculuğu. Ülkenin güney sahilini batıdan doğuya geçmek gerekiyor ama öyle bir yapılanma varki başkent Montevideo’dan tüm ulaşımlar ve o da tam ortada. Yani gündüz 3-4 saat gidip orada konaklamak zorundayım ertesi sabah tekrar otobus ve devam. Hem hasta olmam hem de karanlıkta yol almamak adına Colonio del sacremento ve Montevideo da birer gece konaklamak zorunda kaldım.
Uruguay daha önceden Arjantin ile birleşikmiş. Şimdi de daha çok Arjantililerin sayfiye yeri olarak kullanılıyor gibi. Özellikle yazın haftasonları pek çok B.Airesli buradaymış. Ülke nüfusu 3 milyon civarı ve Avrupa göçmeni insanlar. Burada inek sayısı insan sayısından daha fazla. (bizde buralardan ithal etmeye başladık yaa..sinir bir durum neyse) Ülke tam bir mera..uçsuz bucaksız, düz, sulak alanlar..inek, at ve koyunları bırakmışlar, arazi sınırlarını çitle çevirmişler..o kadar, burada hayvancılık kolay iş yani, yem-su derdi yok, saldım çayıra mevlam kayıra. Tarım çok gelişmiş değilmiş ama özellikle pirinç üretiminde iyilermiş, portakalda varmış. Çin’e bile prinç ihraç ediyorlarmış.  Bu arada eti ihraç ettikleri için buradakilerde pahalı yiyormuş.
Ana gelirlerden biri turizm..çoğunluğu Güney Amerika insanlarından. Montevideo Buenos Airesin minyatürü, Colonio del Sacremento UNESCO kültür mirasında ama ben pek beğenmedim hatta Unesco önüne geleni mirasına mı alıyor diye düşündüm. Ama tabii bu benim fikrim beğenenler var.

Evett esas geliş sebebim Cabo Polonio..burayı sevdim..bakın buraya diyecek lafım yok. Zaten çektiğim fotoğrafların çoğu buradan, sevdiğimi sizde tahmin edeceksiniz..
Issız bir yol, herhalde 30 dk da bir araç geçiyor (tabii kış olduğu ve buranın yazlık mekan olduğunu hatırlatayım) indik otobüsten..ben iyi kötü bir terminal umuyordum ama yol kenarında buluverdim kendimi. İyiki yanımda ingilizcesi süper, biraz İspanya da biraz burada yaşayan bir bayan var. Bizi CP’ya götürecek traktörü beklerken bana çok şey anlattı. “Buradan 8 km yol ile deniz kenarına ulaşılıyor, yol kum olduğu için araç gidemiyor, sadece traktör veya yaya ulaşım var. Eskiden burada balina avcılığı yapılırdı. 1992 de yasaklanınca tümü balıkçı olan halkı işsiz kalıp bölgeyi terk etti çünkü yol yok elektirik yok. Elektrik şimdi de yok.  Uzun yıllar yeri sapa diye kimse buraya ilgi göstermedi. 15 yıl önce turizme açıldı ve şimdi gözde mekanlardan biri. Ulusal park kapsamında artık yapı izni verilmiyor.” Dedi. Traktörümüz kum yığınları arasındaki ağaçların gölgesinden bizi aldı ve püfür püfür esinti ile sahile vardık. Sahil hem de ne sahil..geniş, uzun..kumlara serpiştirilmiş evler..Kumlar altın gibi parlak, üstünde zor yürünüyor. Bizim baraka diyeceğimiz evler pansiyon ve bende Panço’nun yerinde kaldım. Akşam 4 Brezilyalı, 3 Uruguaylı, 2 Arjantinli ve 1 Türk olarak muhabbet ortaya karışıktı. Kiminin orijini İtalyan, kiminin Polonya, Almanya vb Avrupa çıkışlılar (yani dedeleri)..Panço’ya bilgisayarımdaki İstanbul, Karadeniz, Güneydoğu vs fotografları gösterdim..Muhtemelen önümüzdeki yıl bizim oralara gelir, tanıştırırım. Ayrıca Brezilyalı çocuğun ailesi Türkiyeden yeni dönmüş, onlardan dinlediklerini birde benden teyidettirdi. Anlayacagınız mübarek Kadir gecesi Türkiye tanıtımına katkım oldu. Geceyi size tarif etmem lazım. Gökyüzündeki yıldızlar sanki 2 mt üstümüzde parlıyor gibiydi. Samanyolu yol bulmuş aşağılara uzanmıştı. Bu görüntü genellikle dağda kamp yaptığımızda olur, çünkü elektirik ışığının olmadığı yerlerde görülür. Burada da ışık yok ve gecesi, soğuğa rağmen, muhteşem görüntü sundu.
Aslında buralara yazın gelip dışarıda uyumak var. Fakat yazın çok kalabalık olduğunu da hatırlayınca fazla da üzülmedim. Bazan böyle mekanlar mevsim dışında daha lezzetli olabiliyor. -kendime avuntu yapıyorum işte J
Sabah deniz fenerine çıkıp birde yukarıdan manzarayı kontrol ettikten ve deniz aslanlarını görüntüledikten sonra etrafı iyice kolaçan ettim. Balinaların buraya gelişleri genelde 10-12 eylül arasıymış. Şansım yavergitseydi görebilecektim ama yunus ve deniz aslanlarını görmekle kaldım.
Buraya gelmemiş olsaydım Uruguay’a gıcık olmuş vaziyette dönmüş olacaktım. Hakettiğinden daha fazla paramı yedi diye düşündüm. Arjantinden daha pahalı bir ülke ve buna değecek üstünlüğü yok bence.
Unutmadan “Mate” çayını da yazmam lazım. Hem Arjantin hem de Uruguay için oldukça önemli bir içeçek. Yolda, işde, evde her yerde insanların elinde özel bardağı ve koltuklarının altında termosu ile mate var. Bardak bizdeki kupanın büyüğü, içinde ucu süzgeçli demir pipeti var. Çay yeşil yapraklı, iri öğütülmüş bir çay. Bardağa zaman zaman sıcak su ekliyerek içiyorlar. Bana da denettiler ama önce uyardılar, ilk içişte tadı güzel gelmezmiş, inat edip devam etmek gerekirmiş. İnatçıyımdır ama açıkcası inadımı boş şeylere kullanmak gelmedi içimden. Bir fıt aldım ve bıraktım. Acımsı bir tat..kupa sırayla insanlar arasında dolanıyormuş, anladığım kadarıyla muhabbet ve sosyalliğin bir simgesi, bizdeki kahve misali.
Bu küçük ülke hakkında yazacaklarım bu kadar. Aslında yine tatlı insanlarla karşılaştım bu konuda diyecek bir şikayetim yok. Muhabbetler yine sıcaktı. Sadece hastalığın kaprisi belkide beni biraz tatsız yaptı şikayetvari yazdırdı.
Neyse, artık gerçek Latin Amerika’ya doğru yola çıkıyorum. Bolivya..dan görüşmek umuduyla. 

15 Eylül 2010 Çarşamba

BREZİLYA

Brezilya gibi buyuk bir ulke hakkında laf edebilmek icin 1 hf oldukca kısa ama neyleyelim elimizden gelen budur J

Oncelikle insanlarından sözetmek istiyorum..Kelimenin tek anlamıyla ”Rengarenk”
Burada kim yerli kim turist anlamak pek mumkun degil. Yelpaze düsünün siyahtan beyaza ki bu siyah bile cesit cesit: zenci, Latin yerlisi  ve arap. Kimileri cokk güzel kimileri guzel diyemesemde kesin sevimli. Hepsi canakayın. Ayrıca ilginc bisey (bir degil, iki degil) Turk oldugumu duyan herkes saskınlık ve sevinc karısımı bir cıglık atıyor neredeyse. Saskınlıgı anlıyorum cunku cogu ilk kez bir Turk gordugunu soyluyor ama neden bu kadar sevindiklerini anlamıyorum acıkcası. Bizim hakkımızdaki bilgileri de karma karısık.  Rio da universitede ekonomi bolumu ogretim gorevlisi olan Marcos “siz fransızca konusmuyormusunuz, ayrı diliniz mi var” dediginde tum karizmayı cizdi. Bizi somurge sanması bile cok agrıma gitti. Neyse ögrendi  J
Ama bunun yanında, otobusteki 66 yasında – okumus biri oldugunu sanmam- amcam Ankara baskent, istanbul..Irak ‘la sınırsınız vs cografya bilgisini gosterdi. (olmayan portekizcemle ancak bu kadarını anladım belki de hakkımızda daha fazla sey biliyordur)
Kısaca guleryuzlu, yardımsever, canayakın ve tatlı insanlar..
Sanırım Latin Amerikanın geneli böyle                                                                               
Gelelim sehirlere;

Sao Paulo
Ucak saat 21.30 gibi sehre indi ve bir gece konaklayıp oglen yola cıktım. Havaalanından 45 dk lık araba gecisi ile sehri gordum. Aslında bu durumda soyleyebilecegim biseyin olmaması gerekiyor ama gitmeden o kadar cok sey okumustum ki bahsetmeden gecemeyecegim.
Guney Amerikanın en buyuk, kalabalık, endustrilesmis ve sanırım en karanlık, pis ve tehlikeli sehri. Turistik anlamda neredeyse hicbirseyi yok. (goren ve gezenlerden teyidedilmistir. Atmıyorum yaniJ
Eee o zaman neden oraya uctun derseniz?
Gidecegim Paraty SP ve Rio’nun tam ortasındaydı ve SP ya ucmak Rio’dan daha ucuzdu J

Paraty
5-6 senedir turistik olmus, gercekten cok guzel bir yer. Once yoldan sozedeyim biraz. Koyu yesil yuksek daglar dusunun (bizim Karadeniz misali) ve daglar Ege kıyıları gibi kıvrım kıvrım, kimi yerde dogal liman olmus kimi yerde yemyesil adacıklar denize serpilmis. Uzun harika kumsalları var. 6 saatlik yolculugun cogu bu manzara ile gecti, yani sadece Paraty’e ozgu degil. Ama Paraty e ozgu super guzel evler, sokaklar var. Selaleleri ve oradaki kocaman kayanın ustunde kendini suya bırakıp kayanları var - su soguk olmasa ben bile denerdim J
Kısaca doga yuruyusu, tekne turları, dalıs olanakları, kayak dedikleri kano turları ve fotografla ilgilenenler icin gercekten super manzaraları var. Ben bunların hepsini yaptım mı? tabii ki hayır..ben sadece bunları gozlemleyip size aktarmak uzere buradayım J

Rio de Jenerio
Burası icin bayagı tırsmıstım. Hemen hemen herkes soyguna ugruyor, tehlikeli vs o kadar cok sey okudum ve duydum ki..aldıgım tedbirleri anlatamam. Ilk gun kalacagım yere vardım ve Hsbc bankası bulmam gerekti. Banka arama sebebine sehri karıs karıs dolastım bir de karanlıga kaldım. Sonra baktım bisey yok al sana İstanbul.. aynı kalabalık, trafik, tarihi yapı, dogal guzellik ve insan tiplemeleri..fakiri,zengini, dilencisi, hırlısı, hırsızı..yani tanıdık.. farklı bir durum yok..Sonra kendimi evimde gibi hissettim. (bu arada İstanbul turistler tarafından Avrupanın en tehlikeli sehri secilmis, bilginize)
Sonra karısıverdim Rio sahillerine. Copacabana, Ipenema, Lebnon zengin semtleri ve meshur plajları..Corcovado Isa heykelinin oldugu tepe sehre hakim, super manzaralar sunuyor.  Sugar Loaf denilen tepeler arası teleferik yolculugu da size Rio ya tepeden bakma sansı tanıyor. Gercekten cok guzel bir sehir. Garajdan sehre girerken aynen bizim oralardaki gibi arka ve dokuntu semtleri vardı. Brezilya da gelir dagılımı ucurumlar iceriyor (bizdeki gibi) barakadan mahallelerde gordum, super luks siteler de. 
Daha onceleri Sao Paulo ve Rio donusumlu baskent oluyormus sonra Brasil diye yeni bir sehir insa edilmis ve artık baskent orası. Burası federasyonla yonetiliyor. Kac eyalet var biliyorum. Sanırım yakında da secimleri var, her tarafta fotograflar ve her adayın 5 haneli bir numarası var sanırım o numaraya gore oy atılıyor. Neyse cok bilmedigim seyleri yazmayayım.
Burası aslında 4-5 gunu hakeden bir yer. Benim gibi 2 gunde bitirivereyim derseniz yorgunluktan bayılabilirsiniz. Ayrıca muze de gezmedim ama muzeleri var tabii ki. Botoanik bahcesi var, sehrin icinde ormanı var..


Not: hem dijital hem eski foto. makinası goturdum, soygun riski olan yerde eskiyi kullandım bu yuzden Rio fotoları filmde tabedilmeyi bekliyor.


Foz do Iguazu
Rio dan guneye dogru 24 saatlik otobus yolculugu ve geldigim yer Brezilya, Paraguay ve Arjantin üclu sınırı. Iguazu diye bir ırmak var. Hem Brezilya hem de Arjantin tarafından milli park (tabii ki ayrı ayrı girmeniz gerekiyor)
Burada dunyanın en buyuk Selalesi olusmus..tam 275 adetmiş. 1542 de kesfedilmis.
Simdi ben burayı nasıl anlatsam?
Anlatamam ki..
Cektigim fotograflar profesyonel degil o guzelligi yansıtamaz ama yine de video ve fotoları en kısa zamanda yukleyecegim. En cok burada cektim merak etmeyin.
Neyse ben burada neler yapılabileciginden sozedeyim. Helikopter turu, botla selalelerin altına  tur, rafting, iple nehre dogru inis aklımda kalanlar. Ya da sadece tabanvayla yuruyus yollarından super manzaranın tadını cıkarabilirsiniz. Dunyanın yeni 7 harikasına aday yerlerden biri. Bence hakeder.
Suyun gücü..tek kelimeyle muhtesem.
Sadece goruntusu degil, sesi, serinligi, su taneciklerinden resmen bulutlar olusup yukseliyor. Kopruden asagı bakıyorsunuz gokkusagı var..evet yukarıda degil asagıda.
(Arjantin tarafından notları da ekleyeyim konu bölünmesin: Bu kısım daha güzel en azından yuruyus parkuru olarak daha uzun. Selaleleri hem yukarıdan ham asagıdan gorme sansı var. Kimi yerde sakin bir gölet, uysal bir nehir..sonra birden hısımla kayalarda cosuyor. Hele “seytan bogazı” denilen bir selale var ki inanılmaz. Su o kadar kuvvetle yere dokuluyorki bulut olusuyor ve dibi goremiyorsunuz. Bakarken basım döndu, sanki cekip icine alacak gibi.
Ben bu seytanın bogazına oyle takıldım ki saatlerce ayrılamadım oradan. 

Bu sehir dunyaca buyuk seyleri barındırıyor.

Bir digeri ITAIPU barajı. Dunyanın en buyuk barajıymıs. Cin deki rakibi kapasite olarak daha buyuk olsa da yıllık uretim olarak geri kalıyormus. Nehrin ozelligi yılın her zamanı aynı debiye sahipmiş. Rezerv alanı yüz kusur metre derinlikte.
Bu baraj Brezilya ile Paraguay ın ortak yatırımı. Bana ilginc gelen fazla degil 1950 civarları savasan iki ulke Brezilya ve Paraguay (hatta durum soyleymis, Arjantin, Sili, Brezilya ayrı ayrı aynı anda Paraguay ile savasmıs)
Neyse sonra ortak is yapmaya karar verip 1975 de insaasına baslamıslar ve 4 yılda bitmis.  
2 genel mudur biri Brezilyalı digeri Paraguaylı. İkisi anlasamayınca ne olur dedim..hukumetler isi cozer dedi rehber.
Turistler icin turlar var. Muze gibi baraj gezdik. Iki kapı var her ulke vatandası kendi kapısından giriyormus, sonra birlikte aynı binada calısıyorlar ama bina icinde arada sembolik sınır varmıs. Bizde gezerken baraj icinde Paraguay sınırını gectik. Masraf ve gelir olarak hersey yarı yarıya ortakmıs. Paraguay daha kucuk oldugu icin payına dusen ihtiyac fazlası enerjiyi Brezilyaya satıyormus. Cok fazla teknik detaya girmeyeyim is turistik boyutundan cıkmasın.

Bu sehirde Hatay’lı Gazi ve Ayhan la tanıstım. 2,5 yıldır buradalar ve lokanta isletiyorlar. Adana kebap, humus, salatayı burada bulup yiyecegimi hic dusunmezdim. Yurdumun girisimci insanı nelere kadir cok hosuma gitti. Brezilya hakkında konustuk. Gelecegin buyuk ve onemli ulkesi olacagını coktan cozmus Gazi. Gelir dagılımı gitgide duzeliyormus. Yabancılara karsı cok iyi olduklarını -ki bunu ben bile teyid edebilirim J her anlamda muthis kaynaklara sahip oldugunu anlattı. Yani madenden, suya..meyveden, hayvancılıga..gercekten muthis zengin topraklar. Bu arada sırası gelmisken size “Latin Amerikanın Kesik Damarları” Eduardo Galeano öneririm. Bu kitap sadece Latin Amrikanın tarihini değil kapitalizmin gelişimini anlatıyor. Kesin ama kesin okumanızı oneriyorum. Son yıllarda bu ulkeye Amerikalılar turist olarak bile zor giriyormus. Neden geldikleri didik didik arastırılıyormus..nedense pek hosuma gitti. Ne kotuyum de mi J
Ben o kadar kolay girdim ve cıktım ki..
evett artık Arjantin tarafındayım.
Bir sonraki rapora kadar hoscakalın.
Adeus – hoscakalın
Obrigada – tesekkur ederim
Nao entendo – anlamıyorum
Portekizce ogrendiklerim..burada ispanyolca harici konusan bir tek Brezilya var.

Filiz’den sevgilerle.