11 Kasım 2010 Perşembe

Ekvator

Seyehatimin altıncı ve son ülkesi Ekvator..Para birimi Abd doları, daha birkaç hafta önce darbe olmuş..küçücük görünüyor ama boyundan büyük bir ülke. İlk durağım Cuenca..en güzel şehirlerinden biriymiş. Gerçekten de öyle. Yüksek binalar yok, yeşillik içinde hoş bir şehir. Ülkeye cebimde 100 dolarlık bankanot ile girdim. Meğerse 100 dolar ne büyük paraymış kimse bozamadı, bankalarda kapalıymış. Otomattan 10 dolar çekmek zorunda kaldım. Yok böyle bişey 20 doları bile bozarken zorlanıyorlar. Kendimi son bankanotlarım ile oldukça zengin hissettim J
Cuenca’dan Riobamba ve Banyos’a geçtim. “aynııı Karadeniz” annemim lafıdır. Nerede yeşil bir yer görse söyler. Bende anasının kızı olarak her gördüğüm sakallıyı dedem sanıp, tüm yeşil dağları ata memleketime benzeteceğim. 2001 yılında İsrail’li bir arkadaşıma sormuştum “neden Karadeniz’e bu kadar çok İsrailli turist geliyor diye?” Cevap şimdi benim için daha anlamlı, o zaman pek anlamamışım. İsrail’de Güney Amerikaya gidip birkaç ay kalmak adettenmiş, hemen hemen herkes bu seyehati yaparmış. Gerçekten burada çoklar. Neyse, sonradan tekrar oralara gitmektense Amazonlara çok benzeyen Karadeniz’e gelmek daha kolaymış. Evet gerçekten çok benziyor..
Bizim de Amazonumuz var. Latin Amerika için vakti ve parası olmayana Karadeniz aynı manzarayı görme şansı sunuyor. Ben kendimi çok tanıdık parkurlarda buldum sadece Karadenizli hemşehrilerim yoktu okadar J
Günübirlik dağ yürüyüşü yapıp, festivaller ülkesi Ekvator’da akşam sokak şenliğinde dans ettik.
Sonra Cotopaxi denilen milli parka gidip dünyanın aktif olan en yüksek volkanını ziyaret ettik. (5897 mt) Ekvator sıcak olur yanılgısına uğrayarak dondum. Bu arada Türkiye’de dağcılık yapmak buraya göre kolay çünkü yüksek rakımda yürüyüş gerçekten çok zor. Daha adım atmadan insanın nefesi kesiliyor.
Eşyalarımı Riobamba’daki otele bırakıp küçücük bir çanta ile Banyos’a gelmiştim çünkü 2 gece kalıp geri dönmeyi planlıyordum. Ekvator’da meşhur şeytan boğazını trenle geçmekti asıl hedefim ama yol kapalıymış. Böyle olunca ani bir kararla Banyos’a yönelmiştim. Orada İspanyol bir arkadaşla tanıştım. Quito’da Ekvatorlu arkadaşları şaman ritüeline katılmak için O’nu davet etmişler, beni de ikna etti ve otele telefon edip eşyaları biraz daha bırakacağımı söyledim, bir pantolon satın alıp, üstümdekileri de yıkayıp yola devam ettim, dönüş öncesi son haftasonumu geçirmek üzere..
Önce Pedro’nun arkadaşı Maria’nın, erkek arkadaşının ailesinin evinde yemeye davetliydik. Uzun oldu..peki kısaltalım “orada bir aileye konuk olduk”, diyeyim. İspanyol kökenli (ama asırlardır orada olan) zengin bir ailenin evindeydik. En az 200 yıl öncesine dayanan siyah-beyaz fotoğraflarla 2 koca albüm gördüm. Evde herkesin ingilizcesi gayet iyiydi. Bana ilginç gelen daha 2 ay olmasına rağmen noel hazırlığı şimdiden başlamıştı, hep beraber evi süsleme telaşları hoştu. Neyse sonra 86 km kuzeydeki Ottovalo’da bir köy evine vardık. Evin bahçesinde kocaman bir çadır ve büyük bir ateş, 5-6 tanesi turist olmak üzere yaklaşık 30 kişi. Unutmadan bu törene katılım 20$. Buralarda şamanlar pek ünlü, sadece onlar için gelenler varmış, yani özel bir turizm alanı, aynı zamanda oradaki yerel insanların ilgisi de yoğun. Ayrıca Peru, Ekvator gibi ülkelerde bizim aktarların bir versiyonu olan bitkisel ilaç satan dükkanlar çok yaygın. Töreni size özetlemeye çalışayım. Gece 10 gibi başlayıp sabaha kadar sürdü. 4 seansta tamamlandı. Benim deneyipde içmeyi beceremediğim ilaç denilen sıvılar, ağızdan ağıza dolaşan sigara, buruna çekilen sıvı vs. Şaman ispanyolca dua benzeri bir konuşmayla açılışı yaptı ve sonrasında isteyen orada bulunma amacını açıkladı. Kimi daha güçlü olmak, kimi geçmişini silmek, kimi kızgınlığını, öfkesini yenmek..yani insanlar benim anladığım kadarıyla “Arınma” ve “Değişme” arayışında. Seçilen hedef doğrultusunda insanın içine odaklanması ve orada kendine ait bişeyleri görmesi, bulması törenin ana amacıydı. Çadırın ortasındaki çukura, dışarıdaki ateşten taşınan kızgın taşlar, değişik bitkilerle tütsülendi,  üstüne dökülen su ile en bunaltıcı hamamdan daha sıcak hale gelen çadırda karanlık ve söylenen şarkıların nameleri birleşti. Diğerlerini bilmem ama ben bu ortamda transa geçmek yerine herzamankinden daha zıpır hissettim. İçime odaklanmak yerine, meraktan olsa gerek, çevreyle daha fazla ilgilendim..Araştırmacı, gözlemci gazeteci gibiydim J
İlk merak ettiğim sigara gibi dolanan şeyde kafa yapıcı bir bitki olup olmadığı idi. İlk turda denedim ama uzmanı olmadığım için bir şey anlamam mümkün değil ama şunu kesinlikle söyleyebilirim tören bitiminde herkes gayet sağlıklı ve bilinçli görünüyordu. Yani uyuşturan herhangi bir etki olduğunu sanmıyorum. 
İçmek üzere verilen “ilaç” denilen bitkisel sıvı vücüdu temizliyormuş, tadı rezaletti, kusmak serbest dendi. Ne kusarım ne içerim diyerekten sanırım oradakileri sinir ettim, sonra bana uzatmadılar çünkü. Ortamın sıcaklığı vücuttaki toksinleri atmaya yardımcı-susuz hamam.
Yanımdaki turist kız ikinci seansın sonunda ayrıldı ben üçüncü seansın sonuna kadar dayanabildim. Galiba toplam 5 fire ile ritüel tamamlandı. Kime sorduysam törenden memnundu. Ben ise duşumu aldıktan sonra, dışarıdaki kocaman ateşin yanında gökyüzündeki ay ve yıldızları izlemekten daha memnundum. Her ne kadar o ortamda içime yönelmeyi başaramasam da benim de belirlediğim bir hedef vardı, merak edenlere ayrıca açıklayabilirim J
Bu kıtadaki son haftasonum bu şekilde biterken benim dönüş için uçağım pazartesi aksam 23.30 da Guayaquil denilen şehirdendi. Riobamba’ya eşyalarımı almak üzere yola çıktım oradan Guayaquil. Pazartesi akşam 7 gibi vardığım otobüs terminalinde karnımı doyurdum ve taksi tutup doğrudan havaalanına yollandım. Şehri görmek için vaktim kalmamıştı. Ama bu gezinin başından beri söylediğim şey  “gezi kendi planını kendi yapıyor ve beni sadece sürüklüyor” Gerçekten akışa teslim olup bana sunulanı merakla bekledim ve bu geziden müthiş keyif alarak tamamladım. Bakın son dakika süprizi neydi J
Uçuşta gecikme vardı ve ben Madrid’deki İstanbul bağlantımı kaçıyordum. Bana uçak şirketi Guayaquil de otel sundu. Hem de 5 yıldız, hem de şehrin göbeğinde hem de tam 1 gün..
Cebimde sadece 1 dolar kalmış. Alıp beni otele götürdüler. 3 öğün yemek şirketten ertesi gün akşama kadar vaktim var. Şehrin haritasını istedim. Turistik merkezin tam ortasındaymışım..Her yer yürüme mesafesinde.
Akşam otelin aracı beni tekrar havaalanına götürdü. 23.30 uçağı bu sefer gece 03.00’e kadar uyuşturucu ihbarı ve araması sebebiyle uçamadı. O saatte tüm yolcuları tekrar otele götürdüler, sabahın 9’un da yeniden havaalanı..bu sefer ki eziyet olmuştu ama şikayet etmenin gereği yoktu. Ayrıca İspanya için transit vizem yok diye bu sefer pasaportumu uçuş görevlisi aldı inişte birisi bana refakat edip polis istasyonuna kadar benimle geldi. Polise teslim edip gitti. Zencilerle birlikte orada 6 saat bekleyeceğimi sanıp bilgisayarımı açtım, koltuklara yerleştim. Polis abim elinde benim pasaportla geldi. “Kanarya adalarında kalmışsın ama vizen yok” dedi. Ben de sadece “Teknik arıza” dedim ve sohbet burada bitti, pasaportumu iade edip “gidebilirsin” dedi.
Bilmeyenlere yazayım. Gidişim de ayrı alemdi. İstanbul, Madrid uçuşunu yapıp gece yarısı Madrid ten Brezilya ya havalanmıştık 2 saat sonra tam uyumaya hazırlanırken ispanyolca “problema teknica” diye bisey duyup uyandım. Meğerse hidrolik parçalardan birinde arıza varmış, Gran Canaria adasına mecburi iniş yaptık. Kimse de panik yoktu ben de onlara uydum. Gece orada yine güzel bir otelde sabahladık. Bu arada transit vizem yok ya, polis benim pasaporta baktı baktı, sonra sanırsam gece yarısı kendine de iş çıkarmak istemedi “hadi geç bakalım” dercesine elini salladı. Böylece vizesiz ve para harcamaksızın Kanarya Adalarını görmek de kadarde varmış.
Ertesi akşam uçmuştuk. Son bir not gece varacağım Sau Paulo oldukça tehlikeli bir şehirdi ve ben oraya normal şartlarda sabah varacaktım. Gece oluşuna epey panikledim ama yapacak bisey yok. Elimdeki otel adresine taksi götürür artık diye düşündüm. Uçakta sohbet ettiğim bayana otelin adresini gösterdim, meğerse evine o kadar yakınmışki, oğlu karşılamaya gelecekti ve beni otele bırakabileceğini söyledi. Çok şükür Allah’ıma ters giden, kötü görünen olaylardan hoş sonuçlar çıkabiliyor. Panik yapmaya gerek yok. Seyehatimin başındaki bu ders bana sonuna kadar sakin kalma ve tadını çıkarma konusunda yardımcı oldu.
Sadece seyahatleri değil hayatı da akışına bırakmak lazım belki de..Bize neler sunacağını merakla bekleyerekten.
Benim yapımda bir insan için çok kolay olmamakla beraber sanırım bu seyahatin bana kazandırmaya çalıştığı en önemli mesaj buydu.
Birde kendi kendime sordum kaçkere..bu seyahatle ”Ne değişti” bende diye..
Herseyden önce tek bir yerküre üzerinde sayısız dünya var, bunlardan bir kaçını daha keşfettim o kadar ve en önemlisi kendi dünyamı genişlettim zenginleştirdim sanırım. Daha keşfedilecek çok dünya var..Tavsiye edilir, illa Güney Amerikaya gelmek gerekmiyor, çok uzaklara gerek yok sadece zaman zaman kendi dünyamızdan çıkıp dışarı açılsak, yakınımıza uzansak bile çok şey keşfedebiliriz diye düşünüyorum.

Bunlar kendim için çıkardığım derslerdi sizlerle paylaşmak istedim o kadar.
En kısa zamanda başka seyahatlerle buluşmak ümidiyle.
Sevgiler
Not: 2011 UNESCO tarafından “Evliya Çelebi” yılı ilan edilmiş. Bilginize.

Fotoğraflar:

10 Kasım 2010 Çarşamba

Chiclayo - Kuzey Peru

Otelde yeni mezun olmuş bir Maden Mühendisi ve 40 yıllık bir Endüstri Mühendisi ile tanıştım. Yeni mezun mühendis Bequer’in annesi, anneannesi, kuzenleri dini bir tören için bu şehre gelmişler. Anneanne İnka kökenli. Yerel insanlarla bir arada olmayı çok seviyorum, bu konuda çıkan hiçbir fırsatıda kaçırmamaya çalıştım. Dini tören için Peru harici diğer ülkelerden gelenler de çokmuş. Hıristiyanlığın bir kolu, tarikatı gibi bir şey sanırım. Katolikler gibi baba-oğul-kutsal ruh üçlemesine değil de Tanrı’nın birliğine inanıyorlarmış. Bu düşünce hıristiyanlık içinde devrim denilecek bir şey aslında. O yüzden herkes bu fikirden gayet heyecan duyuyor belli. Aynı heyecanla bana da Tanrı’nın birliğini anlatmaya ve beni ikna etmeye başlıyordu ki birisi, böyle bir ortamda karşısına bir müslümanın çıkacağını nereden bilsin. Benim açımdan hoş, onlar açısından bilemicem, ama ilginç diyaloglar oldu. Sonuçta aynı fikirdeydik ama farklı yollardan gelerek. Bu arada Bequer’in annesine Türkiye’nin yerini tarif etmeye çalışıyordum ki kadın İncil’in en arka sayfasını açtı orada Yunanistan, Türkiye, Orta doğu merkezli haritada zaten yer belliydi hatta Efes’e 1 saat uzaklıkta oturdugumu belirtecek kadar detaylı ev tarifi bile verebildim.

Museo Tumbas Reales de Sıpan
İlginç müzelerden biriydi. Aslında mezarlığa ait buluntular içeriyor ama ne mezarlık..SIPAN o bölgede ki insan tanrılara verilen isimmiş. Ölünce yerine yenisini seçiyorlar. Mezar piramit şeklinde yaklaşık 400 tane Sipan’ın gömülü olduğu sanılıyor. Gömerken ailesi (eş, çocuk, vs yakınlar dahil) kilolarca altın, gümüş benzeri maddelerden yapılmış süs eşyaları, giysiler de mezara konuyormuş. Ve doğal olarak günümüzdeki mezar hırsızları götürebildiği kadar götürmüş vaktiyle, şimdi ise ziyaret ettiğin en sıkı güvenlik önlemli müze. Fotoğraf yasaktı çekemedim. İlginç konulardan biri de Mısır uygarlığı ile benzerliği. O tarihlerde iletişimin olmadığını düşününce nasıl bu kadar benzeyebiliyor diye soruyor insan ister istemez.
Şu müzeler dile gelip birde sorularıma cevap verebilseydi J

Artık kuzeyde son nokta Tumbes ve oradan Ekvator..

Iquitos - Amazon Nehri

Kara yoluyla ulaşımın olmadığı en büyük yerleşim yeriymiş. Uçak veya gemi harici alternatif yok. Amazonların içinde Brezilya, Kolombiya sınırına yakın, nemli, bunaltıcı bir şehir. Sevdim diyemicem. Ayrıca pahalı da. Neyse sonuç olarak Amazonlara ulaşmanın yolu buradan geçiyor. Artık 2 ayı bitirip yolculuğun sonuna yaklaştığım için zaman baskısını hissetmeye başladım. Amazonlar için elimde çok güzel bir program olmasına rağmen (elektrik, su olmayan köylerde kalıp, avlanarak karnını doyuran insanlarla tanışacaktım, pembe yunuslar ve diğer hayvanlardan görecektim vs vs ) maalesef ayıracak günüm kalmadı ben de uçakla gelip en azından Amazon nehrinde gemiyle yolculuk yapmaya karar verdim. Buradan Yurumaguas denilen şehre 3 günde hamakta yatarak, yerel halkla birlikte çok da ucuza gittim. Önceleri 3 gün gecermi veya nasıl gecer derken su gibi akıverdi. Gemi aslında yük gemisi, yolcu da alıyor. Bir hamak ve yemek kabı satın aldım ve yerel halkla beraber süzüle süzüle Amazonu oluşturan kollardan biri olan Rio Maranon üzerinde yol almaya başladık. Kıt ispanyolcamla insanlarla muhabbet etmeye çalıştım. Kime sorsam 6-7 kardeş, yoksulluk yaygın, nehirde elde çamaşır yıkayan, çeşmeden su taşıyan kadınlar oldukça fazla. Gencecik anneler..erken yaşta doğurmaya başlayınca çocuk sayısı da artıyor doğal olarak. Buraların tarihi, şimdiki yaşam tarzı bizlerden ne kadar farklı? Herkes içinde doğduğu, bildiği, kendi kalıplarıyla dünyaya bakıyor..ben de dahil..Aslında dünya bizim gördüğümüz pencereden çok daha geniş. Avrupalıların yaptığı gibi genç yaşta dünyaya açılıp sonra rutin hayata atılmak lazım. Ben bile bu yaşta çok şey öğrendim gençler için çok daha güzel bir tecrübe bence.
Bu gemi yolculuğu geçen 2 ayı düşünmek için güzel oldu. Gemi benzer coğrafya da akıp giderken düşünceler de benim kafamda aktı aktı..Önce Yurumaguas sonra Tarapota şehirlerine vardım. Peru’nun kuzeyinde Chiclayo denilen şehre gidiyorum. En uzun bu ülkede kaldım. 1 ayı geçmek üzere. Ekvator için sadece 1 haftalık sürem kalıyor.

Lima

Nazca çölünden yavaş yavaş yeşilliğe yol alıyor gibiyiz. Kumların içinde ağaçlar..bu görüntü de güzel.
Ve deniz..evet yaa denizi görünce birden farkettim ki doğudan batıya Güney Amerikayı karadan geçmişim. Brezilya da Copacabana plajından Lima sahiline.
Yüksek dağlar, kalp çarpıntısı, baş ağrısı—çok şükür bende 2 günde geçti, yükseklik hastalığı kimilerinde ciddi boyutta olabiliyormuş. And dağlarını aştım, en yüksek kaça çıktım bilmiyorum ama 3500-4000 ortalama rakımlarda dolandım.
Neyse sonunda denizime kavuştum.
Kaç km katettim hesaplamadım ama sanırım şu ana kadar kara yolundan otobüsle 200 saat kadar yol yaptım. En uzun otobüs yolculuğu rekorumu 2 günle kırdım.
Sonunda Peru’nun başkenti Lima’dayım. Gelmeden önce korktuğum şehirlerden biriydi. O yüzden planımda fazla vakit ayırmamıştım. Ama her şey umduğumdan daha kolay oldu. Arkadaşımın Peru’lu arkadaşı J 3 gün boyunca bana eşlik etti ve tek başıma asla gidemeyeceğim yerlere gidebildim en önemlisi yerel ailelerle tanıştım, evlerine konuk oldum. Bu benim için ummadığım bir fırsattı. İnsanların cana yakınlığını, tatlılığını size tarif edemem. Bu arada ispanyolcam bişeyleri anlama ve derdini anlatma seviyesine yaklaşmış..2 ay daha kalsam tamamdı. Bu insanlardan hiçbiri ingilizce bilmiyordu ama nasıl olduysa sohbetten geri kalmadım. Bir şekilde ben derdimi anlatıyorum ve italyancanın avantajıyla söylenenlerin çoğunu anlayabiliyorum-karşımdaki tane tane konuşuyorsa.
Lima da 3 aile ziyareti yaptım bu ailelerden ikisi Afro-Peruvian yani Afrika kökenli Perululardı. Gittiğimiz semptler benim tek başıma asla cesaret edemeyeceğim mahallelerdi. Bunun yanında şehrin (sanırım zengin) en azından entel takımından bir grupla doğum günü partisine katıldım. Gustavo sağolsun. Süper rehberlik yaptı. Peru halk dansları kursunda birbirinden güzel gösteriler izledim. Evet Lima dan hiçbir müze veya ören yeri yazamayacağım. Liman, ana meydan ve denizinden bazı fotoğraflar göreceksiniz o kadar. Özellikle Cusco ve Lima için yazmaktan çok anlatılacak şeyler var o yüzden bu kısım biraz kısa kalacak kusura bakmayın. Blog da geyik muhabbetlerini yazmak çok hoş olmaz diye genelde pek sözetmiyorum.
Neyse ani bir kararla Lima ‘dan Iquitos’a uçuyorum.Önceki planım deniz kıyısından kuzeye yönelmekti ama dedim ya anlık fikir değiştirmelere bayılıyorum. Yalnız seyahat etmenin özgürlüğü. 99$ “one way ticket” ülkenin kuzey doğusu ve Amazonlar J       
Not: Mario Vargas Llosa, bu sene Nobel ödülü alan Peru’lu yazar. Türkçe ye de çevrilmiş pek çok kitabı var. Bilginize.

26 Ekim 2010 Salı

Nazca

Nazca Çizgileri--Önce literatür bilgisi:
“Bunları kimin, ne zaman çizdiği bilinmemekle birlikte, 12. yüzyıldaki İnka uygarlığından eski oldukları kesindir. M.Ö. 200 ile MS 700 arasında tarihlendirilmektedirler. Bazılarının takvim ya da gökbilimle ilişkili olduğu, bazılarının ise doğa ayinlerinin bir parçası olarak yapıldığı sanılmaktaysa da, ne amaçla yapıldıkları hakkında kesin bir veri elde edilememiştir. Bölgenin aşırı kurak iklimi, bu çizgilerin bugüne değin bozulmadan kalmasında yardımcı olmuştur. Nazca çizgilerinin yüksekten bakılmaksızın muntazam bir şekilde çizilmeleri, kimilerine göre, olanaksızdır.
- Nazca çölünde 500 kilometrekare alana yayilmis 70'ten fazla sekil oldugu saniliyor.
- Nazca colu dunyanin en kurak noktalarindan biri: Yilda ort. 15 dak. yagmur yagiyor! Kum ve ruzgar az oldugundan erozyon yok denecek kadar az; cizgilerin yuzlerce yıl cizildikleri yerde kalmasinin sirri da bu...
- Demir iceren ve yuzeyde koyulasan tas / kayalar kaldirildiginda alttaki acik renkli toprak yuzeye kontrast olusturuyor. Sekillerin cogunun ip / sopalar yardimi ile ve taslar 2 yana atilarak  acilan cizgilerle olusturuldugu  biliniyor.
Nazca'daki hayvan figurleri ve geometrik sekiller 1920'lerde ticari ucuslar bu bolgeden gecmeye baslayinca farkedilmis, mesela yamaca cizili 32 metre boyunda "astronot" ise 1982'de bulunmus.
- Cizgiler hakkinda en derinlemesine arastimayi Alman arkeolog ve matematikci "Maria Reiche" gerceklestirmis; onun teorisi en cok kabul goren simdilik: Reiche'ye gore coldeki figurler MO 300 - MS 800 yillari arasinda bolgede yasamis cesitli uygarliklarin toplam eseri, ve bir cesit astronomik takvimin parcalarini olusturuyorlar.
- Diger kabul goren (ve hala ispatlanmaya calisilan) gorus: Dunyanin bu en kurak bolgesinde yasayan yerlilerin, yeralti sularinin yerini ve yonunu gostermek icin col yuzeyine cizdikleri sekiller? “
Not: internetten şekillerin uydu görüntülerini bulabilirsiniz, ben ayrıca bu dökümana eklemedim.

Önce niyetim uçuşlu turlara katılmaktı. 60$ 30 dk. Uçuş ücreti. Cusco dan Nazca’ya 14 saat, And dağlarını aşarak sabahın köründe ulaşınca birden fikrimi değiştiriverdim. Zaten bu seyehatin en sevdiğim kısımlarından biri de anlık değişiklik yapabilme özgürlüğüm. Rehber kitaplar uçuş öncesi bir şey yememeyi öneriyor..kusma oranı da ayrıca yüksekmiş. Düşündüm taşındım ve benim hassas mideme danışdım daha sonra 60 $ ın kusmak için pahalı olduğuna karar verdim. Mirador denilen kuleden 2 şeklin görülebildiğini okumuştum oraya gittim. Aslında kararımdan şöyle memnunum çizgileri yakından görme şansım oldu. Telle çevrili alana girmek yasak ama yine de yakın mesafeden şekillerin yaklaşık 10-20 cm derinliğinde, 30-40 cm genişliğinde çizgilerden oluştuğu görülebiliyor. Arazi oldukça çorak, taşlık ve geniş. Çizgileri yerdeyken farketmek neredeyse imkansız. Yükselmek gerekiyor. O yüzden bunca zaman sır olarak kalabilmiş. Çok ilginç gerçekten. Başka da diyecek bir şey bulamıyorum.
Bu arada kulenin dibinde ki çöp kutusuna benim için bir supriz konmuş J
Fotoğrafını göreceksiniz.

CUSCO

İnka’ların başkenti şu ana kadar en uzun kaldığım şehir oldu..tam 12 gün orada geçirmişim..vay canına şimdi kendim bile şaşırdım, bu kadar olduğunu farketmemişim !!
İlk hoşuma giden şey Arequipa gibi gösterişli bir şehirden sonra son derece sade ve yalın olmasıydı. Ahşap işlemeli balkon ve pencereleri ile taş binaları var, arnavut kaldırımlı dar sokakarı var, bolca turistle beraber sanki bir Akdeniz kasabası ama denizi yok..3400 mt rakımda kurulmuş Akdenizden çok uzak ama onun sıcaklığında bir şehir. Ben çok sevdim J
Machi Pichu en populer yeri ama onun dışında da görülesi pek çok arkeolojik yerleşime sahip. 65 TL verip turistik bilet alan yaklaşık 14 müze ve sit alanına girebiliyor. Anladığım kadarıyla bölgenin yerleşimi MÖ 16000 lere kadar dayanıyor, pek çok uygarlık gelip geçmiş ama en meşhur olanı İnka’lar çünkü en son onlar tarih sahnesinden silinmiş. 100 yıllık imparatorluk 1500lerin başında yok olmadan önce, şimdiki Ekvator, Kolombiya, Bolivya, Şili ve Peru topraklarının bir kısmı üstünde kurulu oldukça ihtişamlı ve geniş bir imparatorlukmuş. Rehber 15 milyonluk bir nüfustan sözetti. Gezdiğim müze ve yerleşim yerlerinden anladığım kadarıyla savaş teknolojisi dışında pek çok konuda ileriymişler. Örneğin eldeki kafa tası örneklerinde ameliyat uygulandığına dair bulgular var. Adamlar beyni açmaya ve müdahale etmeye yeltenmiş. Kafatası demişken müzede ilginç örnekler vardı, bebeklerde baş bağı kullanarak ilginç kafatası şekilleri yaratmışlar. Bu farklılık kişilere prestij sağlıyormuş. (fotograf çekmek yasaktı ama nasıl tarif etsem: kimi uzunlamasına, kiminin alın kısmı tas gibi taşmış..6-7 adet garip kafatası vardı)
Tarım alanlarında teraslamayı çok kullanmışlar. Pek çok arkeolojik alanda teras mevcut. Özellikle Moray denilen yer ilginçti. Daire şeklinde terasların bir çeşit laborauvar olarak kullanılmış olduğu sanılıyor. Her bir teras katı arasında 5 C derece fark varmış, her kata ayrı ürün ekiliyormuş. Koka yaprağı, patates vb dönüşümlü olarak farklı katlara ekilirmiş.
Yapılanma için seçtikleri yerler oldukça stratejik ayrıca dağcı adamlar sporu seviyor olmalılar hep dik ve tırmanışlı yollar ve köyler. Alt yapı da unutulmamış. Tekstil dokuma konusu da oldukça iyi görünüyor çünkü çok hoş tasarım ve kalitede giysiler vardı müzede. Kök boya ile cıvıl cıvıl kıyafetler, altın, gümüş iğne vs takılar. Müzik aletleri, maskeler ve süslemeler de zevk konusunda iyi olduklarına dair iyi ip uçları veriyor bence. Astrolojik hesaplamalar konusunda da çok şey bildiklerini biliyoruz. Dedim ya adamlar bir tek savaşmayı bilememişler. 200 kişilik İspanyol ordusu imparatorluğu bitirivermiş. O sıralarda Fatih İstanbul’u almakla, Gutenberg matbaayı bulmakla meşgulmüş. İnkalar Qeswa (Qechua) dilinde konuşuyorlarmış ama yazı yok. Sayı ve şekillerle anlatım sözkonusu. Güneş, ay, volkan gibi doğaya tapıyorlar, Pagan yani. Lama ve Alpaga kurban ettikleri hayvanlar. Özellikle Lama onlar için çok kullanılan bir simge, bu günü temsil ediyor, yılan yer altını, kondor (akbaba) gökyüzünü. Ya da bir anlamda dün, bugün ve gelecek. Doğum öncesi, ölüm sonrası ve şimdiki yaşam..Koka yaprağı da önemli bir diğer figür. “bugün bana yarın sana” kavramı ve mal değiş dokuşu sosyal yaşamlarına örnek. İnşaa ettikleri tapınak ve yerleşim yerlerinde kocaman kayaları nasıl taşıyıp nasıl bu şekilde düzgün yerleştirebildikleri konusu da oldukça ilginç. Arkeolojik alanların çoğu “Secret Valley- gizli vadi” boyunca yerleşmiş. Gerçekten gizli, dimdik dağların arasında dümdüz sulak tarım alanları.
Not: “HATUN” bu kelimeyi duvarda yazılı görünce rehbere dedim ki türkçede biz bunu güçlü kadın anlamında kullanırız, sizde ne anlama geliyor? Adam qeswa-yani İnka- dilinde aynı anlama geldiğini söyledi ve birlikte şaşırdık, siz de bize katılırmısınız bilemem??  

MACHI PICHU
Cusco dan biraz uzak. Hele bizim seçtiğimiz yol tam bir maceraydı. Virajlı ve tozlu -hem de ne toz- ve deli gibi kullanan şöförler. Son kısım yaklaşık 2 saat yürüyüş yolu gece karanlığa kalma telaşı olmasa güzel bir parkur ama karanlıkta güzelliği tartışmalı. Neyse tüm günü alan yolculumuz Aguas Calantes –sıcak su- da noktalandı ve biz nasılsa eğlenmeyi başardık.  Biz demişken araya reklam alayım biraz. İlknur benim üniversite yıllarından arkadaşım. 10 yıl aradan sonra gecen sene ekim ayında beni facebooktan bulmuştu ve buluştuğumuz gün Kolombiya için uçak biletini aldığını söylediğinde onunla buralarda buluşacağımız ikimizinde aklından geçmezdi..Kader işte! Cusco da buluşup MP ya birlikte gidelim diye yazıştık ve buluştuk. 
Machi Pichu 1438-1471 yıllarında yapılmış. Dimdik dağların arasında etkileyici bir yazlık mekan, çünkü mevsimsel yerleşim içinmiş. Sabahın dördünde uyanıp oraya yürümeyi planlarken sağnak yağmurla karşılaştık, üstümüzde 3 kat yağmurluk öğlene kadar traji komik bir durum yaşadık ama öğlen hava açtı ve biz Huaynapichu ve Hucchupichu denilen tepelere çıkabildik.
Bu tepelere ilk 400 kişi çıkabiliyor. Islak, yorgun ama çok keyifli bir günün sonunda Machi Pichu tatlı anılara yerleşti bile.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Arequipa / PERU

Güzel olduğunu duymuştum ama böylesini beklemiyordum aslında. Buralara özgü bir güzellik değil daha çok Avrupalı hatta pek çok Avrupa şehrini kat kat sollar. “Blanca Ciudad” yani beyaz şehir. Volkanik beyaz taşlar kullanıldığı için gece gündüz ayrı parlıyor. 2000 senesinde UNESCO Miras listesine alınmış.  Yerleşim olarak kullanılışı MÖ 10000lere uzanıyor ama görkemli bir şehre dönüşmesi 1540 da Francisco Pizarro denilen zahtı şahanenin emriyle olmuş. Bu İspanyolun rütbesini bilmiyorum ama önemli bir zat ki emriyle böylesine bir şehir kurulmuş.
Önce politik dedikodular: Arequipalılar kendilerini Peru’dan ayrı ve özel görürmüş. Başkent Lima’yla tarih boyunca sürekli didişmişler. 1950’de öğrenciler greve gitmiş ve polis üstlerine ateş açıp pek çoğunu öldürmüş. 23 Haziran 2001 de büyük bir deprem olmuş. Şehir epey hasar görmüş. Deprem uluslar arası kaynaklarda 7.9 olarak duyurulurken Peru içinde 6.9 olarak ilan edilmiş çünkü kanunda 7.0  ve üzeri deprem yaşayanların borçları siliniyormuş. Lima Arequipa’ya böylece bir ceza vermek istemiş. Deprem sonrası bozulan ekonomik durum yüzünden pek çok kişi başka şehir veya ülkeye gitmek durumunda kalmış..
Benim izlenimim; Kaliteli alışveriş merkezleri, lüks lokanta ve kafeleri, cezbedici eğlence mekanları.. insanların giyim kuşamı, arabalar evler, genel hal ve tavırlar oldukça medeni, varlıklı ve kültürlü. Peru’nun diğer büyük şehirlerini henüz görmedim ama bu kıta içindeki hoş ve varlıklı şehirlerden biri olarak göründü bana. 
Buralarda her yerleşimin bir ana meydanı oluyor. “Plaza de Armas” Bir köşesinde kilise veya katetral, diğer köşesinde hükümet binası, ortada fiskiye, oturma bankları ve kuşlar..sürekli yem atıldığı için besili besili ayaklarınızın altında dolaşıyorlar. Genelde gündüz-gece meydan aktif oluyor. Küçük büyük hemen hemen her şehirde aynı. Boyut ve binaların şekli değişiyor.
Arequipa için de aynısı geçerli. Özelliği binaların yapıldığı volkanik taşlar oya gibi işlenmiş. Gerçekten güzeller ama aynı zamanda abartı ve şaşaa insanı rahatsız edecek boyutta. Pek çok yerde bu ne görgüsüzlük diye düşündüğüm oldu. İspanyollar altını, gümüşü bu topraklarda çıkartıp, Avrupada işlemiş sonra tekrar buraya getirmişler. Şanları yürüsün diye..
Örneğin katetralde pek çok şey altın, gümüş veya gümüş üstüne altın kaplama, yakut, inci vs her türlü değerli taş var. Piskopozun ayinde giydiği kaftan 15 kg ve 2 kişi yardımı ile giydiriliyor. Belki de bu yüzden amcam omuzlarındaki gerçek sorumluluğun yükünü hissedememiş olabilir J
Santa Catalina Manastırı: Şehrin merkezinde yüksek duvarlarla çevrili kocaman bir alanı kaplıyor. Bugüne kadar hiç manastır gezmemiştim. Bu büyük hapishanenin içini görünce vay be altın kafes buymuş dedim! Aslında mütevazi bir yaşam ve ortam bekliyordum. Zaten manastır geliri çevre halkın bağışlarıyla olurmuş. Şimdi müze yaklaşık 20 TL karşılığı geziliyor ama vaktiyle sadece bağış varmış. Tarz olarak yalın denebilir. Ayrı ayrı odalar var, odalarda yatak, bazan piyano, masa sandalye ve dua odası gibi bir yer veya köşe var. Mutfak yine bu studyo tarzı yaşama eklenmiş. Ayrıca büyük mutfak, yemekhane ve banyo olarak havuzlu hamam tarzı bir yer de var. Az ama değerli eşyalar var diyebiliriz. Dantel çok kullanılmış bunun yanında özellikle dini figürlerde yine altın, gümüş görkemini sunmakta. Şehir içinde küçük şehir olmuş bu mekan özellikle dar sokakları, renkli boyaları ve binaları ile güzel düzenlenmiş avlu ve bahçeleriyle aslında sevimli bir yaşam alanı. Yalnız bir kere girince bir daha çıkma şansının olmadığını düşününce tabii tüm şirinliği kaçıyor.   

Rocoleta müzesi: Artık çok müze gezmiyorum sıkılıyorum ama bu müze değdi. İnka ve Amazonlar hakkında güzel bilgiler buldum ve gezmek hoşuma gitti. Fotoğraflarını görünce anlayacaksınız.

Yine bana ilginç gelen ve gezmekten zevk aldığım bir diğer müze Museo Santuarios Andinos—Juanita
Ama burada fotoğraf çekmeye izin yoktu o yüzden anlatmam lazım.
1995 yılında, 27 senelik araştırmanın sonucu, Ampato volkanının tepesinde 12-14 yaşlarında bir kıza ait ceset bulunuyor. Adı mumya ama kendisi aslında mumya değil. Biliyorsunuz mumya özel olarak yapılır bu ceset 6000 küsur yükseklikte kar ve buzun içinde şans eseri bozulmadan mumya gibi 500 küsur sene kalabilmiş. Şimdi de müzede aynı şartlarda korunmaya çalışılıyor. Omuzları, kolları, saçları, dişleri ve hatta yüzünde ki garip ifadesiyle sanki canlı gibi. Hikayesi ise şöyle; Volkan aktif hale geçince İnka’lar kurban sunma törenine başlamış. Aslında dağda 3 erkek 3 kız cesetine rastlanmış ama diğerleri mumya şeklinde değil, onlardan sadece mezardaki malzemeler elde kalmış. İsmini Juanita koydukları mumya ise buzun içinde derinlere kaydığı için bozulmadan korunabilmiş. Kurban olarak özellikle güzel olanlar seçilirmiş çünkü güzellik sağlığı simgeliyormuş. Bu kızcağızın üst düzey bir aileye ait olduğu sanılıyor. Tören volkanın tepesinde yapıldığı için de herkes oraya günlerce süren yolculukla varıyormuş. Dile kolay 6000 küsür rakımdan sözediyoruz. Önce darbeyle öldürülen kurbanlar içi özel döşenmiş kuyu şeklinde üstü açık mezarlara yerleştirilmiş. Burada altından heykelciklerde bulunmuş. Kimi güneşe, kimi aya kimi de volkana hitaben. Acıklı bir tören ilginç buluntular ve inanılmaz bir mumya..  

Colca Kanyonu:
100 km uzunluğu ve 3400 mt derinliği ile dünyanın en derin kanyonu olduğu ileri sürülüyor. Arequipa şehir merkezinden 6 saatlik otobüs yolculuğu ile varılıyor. Kanyonda birkaç günlük yürüyüş turları var. Zaten şehir Colca turları ile çalkalanıyor. Şansınız varsa Kondorları başınızın üstünde uçarken görmek mümkünmüş. Ben göremedim.

Arequipa hakkında birkaç not:
Pazar günü ülkede seçim var, renkli kıyafetleri ile gençler feneralayı gibi geçit yaptı. Danslı eğlenceli..ellerinde adaylarının bayrakları.
Seçim için adayların kullandıkları simgeler çok komik, elma, ağaç, yaprak, horoz, rakam vs aklınıza ne gelirse var. Şekillerin üstüne çarpıyı koyup tüm şehirleri afişlerle donatmışlar. Sanırım okuma yazma bilmeyen çok bu şekilde akılda kalıcı oluyor.

Burası volkanik bir bölge, aktif ve pasif pek çok volkanları var. “Misti” aktif olanlardan ve şehrin yanı başında görkemli bir şekilde durmakta.

Geleneksel müziklerini sorduğumda bana verilen liste: Arequipa da Yaravi, Puno da Hmayner, Lima da Vals, Trijullio da Marinera, ayrıca rock ve salsa genelde her yerde dinlenirmiş. 

1 Ekim 2010 Cuma

Puno / PERU

PUNO
Titikaka’nın Peru kıyısındaki yerleşim yeri. Özelliği Titikaka adalarına yapılan turlar. Onun dışında kendine özgü pek bir şeyi yok. Ben tesadüfen festivale ve düğüne denkgeldim.

Festivalin ismi: Festivedad Virgen Maria de Candeleria. Meryem Ana’yla ilgili dini bir festival. Geçit törenleri ve sokaklarda gösteriler vardı. Sanırım bu konuyu anlatmak için fotoğraflar daha etkili olacak. Benim hoşuma giden kısmı rengarenk kıyafetleri ile dans eden gençlerdi. Birde meydanda kuaför dahil çeşit çeşit etkinlikler sergilendi..festivalle bağlantısını pek anlamadım!

Size esas düğünü anlatmam lazım. Aylak aylak yürüyordum birden bangır bangır ses duyunca yarı açık bahçe kapısından süzülüverdim. Bizdeki meydan düğünü.. kamyonetin üstüde org çalan orkestra, meydana sıralanmış yerel kıyafetli insanlar ve diğer uçta gelin-damat (yerel kıyafetiyle- gelinlik giymemiş)..Pistin ortasında karşılıklı durarak uzun bir sıra yapmışlar ve pek de anlamlı veya ritmik olmayan bir şekilde dans ediyorlar. Herkesin elinde bira şişesi.  Şişeler elden ele geziyor. Bizdeki gazoz misali ama tek farkı onlar bu şişedekiyle herşeyi kutsadılar. Önce damat çıktı 2 bardak dolusu birayı içmeden sanki dua okur gibi tuttu ve yere fırlatarak döktü. Sonra gelin benzer şeyi gelen hediyeleri kutsamak için yaptı. Hediye dediğim meydana dolaplar getirildi. Takı töreninde de elinde kasa kasa bira şişesi insanlar sıraya girdi.  Adamın biri sanırım bu kasaları kayda alıyordu. Arasıra geline başka hediyeler verip para takan da oldu ama benim anlamadığım en az 30 kasa bira ne olacak? Herhalde sonra bakkala geri satılıyordur J
Elimde fotoğraf makinesi ortada tek turist fazla dolaşmak istemedim ama keşke ispanyolca bilseydim de detayları sorup öğrenebilseydim. Dil konusuna böyle durumlarda çok bozuluyorum.

Yavari gemisi: Bu geminin özelliği İngiltere de yapılıp parçalar halinde Peru ya getirilmesi ve bu yolculuk 6 yılı bulmuş. 1862 yılında Titikaka da seferlerine başlayan gemiye şimdilerde bir İngiliz kadın sahip. Hem müze, hem otel diye kullanıyor. Gemi bundan sonraki ticari gelirlerini arttırmak üzere sürekli yenileniyor. Gemi olarak bir özelliği yok ama neden ustaları buraya getirmeden gemiyi 6 yıl karada eskitmişler bilemedim! 

Puno’da beni en cok sıkan şey sürekli herkesin kazıklama arayışında olması. Tamam çok ucuz bir ülke, fiyat kazık bile söylense yine de bize göre ucuz ama yine de insan sinir oluyor. Sürekli tetikte olma hissi yaratıyor. Fiyatlar tutturabildiğine değişiyor ama dediğim gibi yine de ucuz. Menüde bir kase çorba, pilav+et yanına salata 2 TL karşılığı bile değil 1.75’e geliyor. Kazık yemek isteyen daha şık bir lokantaya oturup 8-9 TL ye yiyip içebilir. Tek kişilik otel odası (yeni bina ve temizdi) 15TL kahvaltı dahil. Gerçi buradakilerin kahvaltı dediği ekmek, yağ, reçel ve kahve. Peynir yok zeytin yok en çok kahvaltılarımızı özledim. Gerçi eksradan kendim peynirimi, bulabilirsem tadı güzel zeytinimi alıyorum ama bu sefer demleme çay eksik J

Evet şimdi buraların esas ilginç kısmına geldik.
UROS ADASI—yüzen ada-yapma ada-suni ada-vs
Fotoğraflarda sazlıklar göreceksiniz, bunların kökleri yağmurlu mevsimde kopup su üstüne çıkıyormuş yerliler bunları topluyor, birbirlerine sabitleyip üstünü sazlarla kaplayarak adacıklar yapıyorlar ve bu adacıklar iplerle sabitleniyormuş yoksa yüzer gider, Bolivya kıyısına ulaşır dedi rehberimiz. İyi bakım yapılırsa 100 yıl kullanılabilirmiş. Yağmur ve güneşe göre bakım istiyormuş.
Böylece yapılmış 60 adacık var Uros adalar topluluğunda, bizim gittiğimiz adacıkta 30 kişi yaşıyordu. 5-6 ailelik bir grup, muhtemelen akrabalar.
Uroslar İnkaların işgaline kadar anakaradalarmış bundan 700 sene önce Inka’lar atağa geçip heryeri işgale başlayınca adacık yapıp gölün diğer ucuna kaçmaya başlamışlar. Daha sonrasında da anakaraya bir daha dönmemişler. Halen yaşamlarını burada eski geleneklerine göre sürdürüyorlar.
Aymara dilinde konuşuluyor. (Kami saraki: nasılsın, valiki: iyiyim.)
Ana geçim kaynakları balıkçılık. Mal değişimi usulü yaşıyorlarmuş. Yani anakarada balık vereyim buğday alayım misali. Çocuklar ilk okulu adada okuyor, 2 devlet, 1 özel okul varmış. (fotoğrafını göreceksiniz) Öğretmenler ana karadan gelip gidiyormuş hem ispanyolca hem aymara dilinde eğitim varmış.
Turizm önemli gelirlerinden biri daha doğrusu para getirisini sağladıkları tek şey. Parayı özellikle çocukların daha sonraki eğitimlerinde kullanıyorlarmış.
Evler tek oda, içinde yatak var o kadar. Mutfaklar konik şeklinde yapılmış, yazın dışarıdaki ocakları kışın da bu konik odacıkları mutfak alanı olarak kullanıyorlar. Aslında konik biçim yapıların orjinal haliymiş.
Ölülerini de ana karaya gömüyorlar.

Bu arada “Titi” puma demekmiş, “Kaka” gri ve taş anlamlarına geliyormuş (biri aymara dilinde öteki dilin ismini unuttum) yani gri puma veya taş puma gibi anlamlar oluşuyor.
Gölün haritası tersten pumaya benziyor. (bknz. Rehberin elindeki haritayı gösteren fotoğraf) İlginç olan 8288 m2 bir gölün uzaydan çıkarılan haritasında puma şekli görünüyor. Yani bu adamlar bunu nasıl bilip göle Titikaka ismini bilmem kaç sene önce vermişler?
Neyse, göldeki balıklar dogal sadece 2 cins balık Arjantin ve Kanada’dan getirilmiş.

Not: Sazların kökteki beyaz kısmına muz diyorlar ve yiyorlar. Şifalıymış ama alışık olmayanı tuvalete taşıtırmış. Ben bir parça alıp otelde denedim tadı yavan, ne iyi ne de yenmeyecek kadar kötü.

27 Eylül 2010 Pazartesi

BOLİVYA

Hep söylenip durdum gerçek Latin Amerika nerede diye..sanırım sonunda oraya doğru yollanıyorum. Biletim Buenos Aires – La Paz / Bolivya.. otobüsle tam 2 gün ! Burada hep karayolunu tercih ediyorum çünkü yol boyunca görülenler bile ilginç olabiliyor. Aslında birinci tercihim tren ama şu ana kadarki ülkelerin hiç birinde önermediler. Arjantin de epey direttim, herkese sordum, hepsi ağız birliği etmişcesine “gitme yolda kalırsın, gitme güvenli olmaz vs. vs.” laflar edince akıllı ol Filiz dedim vardır bir bildikleri..
ama sonraları tanıştığım Arjantinli bir kız treni kullandığını ve çok memnun olduğunu söyledi. Ama aynı uyarıları zamanında Ona da yapmışlar, ailesi engel olmaya çalışmış, vs vs..yani yerli halk arasında böyle kötü bir imajı var trenin..Neyse gelelim otobüse. Arjantin de otobüsler oldukça lüks. Cama Bus dedikleri koltukları tam yatan otobusler var. Fotografladım göreceksiniz, geniş geniş yayılabiliyorsunuz. Böylece yolculuk rahat başladı. Arjantinin kuzeyinde Jujuy denilen bölgede Salta diye bir şehirden çok kişi sözetti, aslında orada mola verip sonra devam edecektim ama son dakika plan değişti şimdi oradan trans geçiyorum. Dağlar ağaçsız ve rekgarenk..yani toprakları. Oluşumları sırasında değişik toprak cinsleri etkili olmuş anlaşılan ve sonuç da ona göre etkileyici olmuş. Kızıl, sarı, gri, kahverengi vs vs..toprak değişik renkleri gösterebilmek için üstünde hiç bir şey barındırmamış. Git git git kurak kurak kurak….ne biçim memleket ne yer ne içerler?
Uzun yolda uzun düşüncelere dalarak Bolivya sınırına ulaştım. Arjantin otobüsünde hepimiz kuyrukta çıkış işlemlerini bitirip bir köprüden yürüyerek Bolivya’ya geçtik. 90 günlük vizem anında tamam, hiçbir sorun yok. Bolivya’ya hoş gelmişim.. Ama bu da ne? Anında dünya değişti!   
Sınırı geçer geçmez gitti Cama Bus geldi döküntü Bus.. Dakka bir gol bir! Benim daha 18 saat yolum var..evet gerçek Latin Amerika’ya hoşşş gelmişim J
Arjantin’in kuzeyinde gördüğüm kurak toprak görüntülerine şimdi bir de Bolivya’nın yoksul yolları, köyleri ve tabii insanları eklendi.
Her yer toz toprak..bu coğrafi bir durum ve her yer yoksul bu da insani bir durum..
Coğrafya konusunda bana ilginç gelen bir konu da; rakım olarak 3000 ve üzerinde seyretmemize rağmen klasik virajlı, uçurumlu yollar yoktu. Sanki dümdüz bir ovada gittik. Hem bu kadar yükselip hem bu kadar düz bir alan da yol almak nasıl oldu, ben hala anlamış değilim..??
Yolda köyler var ama su ve yeşillik görünmüyor. Zaten bu yükseklikte yeşillik olmaz biliyorum ama hayat nasıl oluyor ve insanlar nasıl yaşıyor onu bilmiyorum. Tarım yok, hayvancılık desem ara sıra birkaç inek, koyun gördüm..o kadar. Köy dediğim kerpiç evlerden oluşan, toz toprak içinde birbirinden uzak küçük grupların yerleşimi.
Kıyafetler çok ilginç. Canlı renklerden oluşan etek, kazak ve sırtlarında yük ve çocuk taşıdıkları bohçaları. Bir de şapkaları var..İngiliz Sir şapkaları bu renkli kıyafetin ayrılmaz aksesuarı. Yaşlı teyzelerin saçları iki örgü..bunu zamanında bilmem hangi İspanyol yöneticisi emretmiş (okuduğum kitaptan biliyorum). Sanırım şimdi de gelenek haline getirmişler ki devam ediyor. Yine okuduğum kitap (Latin Amerikanın kesik damarları) derki: “şimdi turistlerin fotoğrafını çektiği kıyafetler aslında İspanyollar tarafından yerlilere zorla giydirilen kıyafetlerdir”
Neyse tekrar dönelim gördüklerimize..Şehirler genelde bir veya iki katlı sıvasız evlerin geniş bir alana yayılması ile oluşmuş. Şehrin küçüğüde büyüğüde aynı..Sonunda La Paz dayım..Dünyanın en yüksekteki başkenti.
Yol fotografları:

LA PAZ
Rakım şehir merkezinde 3600 m ve 4082 m ile en yüksek havaalanı bu şehirde. O yükseklikte uçak indirecek düzlük nasıl varsa? Böyle garip bir yer işte.
Genelinde mütavazi bir başkent ama her şehirde olduğu gibi buranın da zengin semtleri var. Klasik gökdelenler, mağazalar vs. Bana ilginç gelen birkaç nokta: Cansız mankenler, reklam panoları beyaz ırk örnekleriyle dolu. 2 papaz gördüm ikisi de beyaz tenli amcalardı. Senfoni orkestrası konserine gittim, şef ve baş kemancılar beyazdı. Zengin semtlerde gördüğüm insanların renkleri bariz beyazlaşmaya başladı, en azından melezdi. Yani lafı nereye getireceğim, burada hala sömürünün uzantıları yaşanıyor. Benim tarih kitabı okumama gerek yok.

Burada yükseklikten dolayı oksijen azalıyor ve deniz seviyesinden gelen insanlar için sorun yaratabiliyor. Bu sorun zaman zaman zor nefes almadan, ciddi yükseklik hastalığı denilen hastalığa kadar uzanabilir. Buralarda yavaş hareket edip, az yemek gerekiyormuş. Zaten tersi bir duruma imkan yok biraz acele edince anında tıkanıyor insan. Şehir yamaçlara kurulmuş, ister istemez yokuş yukarı gidilecek ama nasıl..kocakarı misali 1 adım 2 nefes.
Bu soruna yardımcı olacak yegane çözüm koka yaprağı çiğnemek benim gibi tadını beğenmeyenler sıcak suda çayını deneyebilir. Ülke dışına çıkarmak yasak. Bizde yetişen yaş çay yaprağı gibi bir şey. 1440 kg koka yaprağından 1 kg chlorohydrate denilen kokain maddesi üretiliyormuş. Çay olarak içmenin etkisi yok denilecek kadar az, çiğnemenin önemli ve zararlı etkisi yokmuş. Nereden mi biliyorum? Uzmanından.. Bakınız: IBBA- Center of botanical research & ecology and French Institute for scientefic research and cooperative development (ORSTOM)’un 1977 yılında yayınladığı araştırma rapor sonuçları.   
Bu bilgileri COCA MÜZESİ’nde verilen kitapçıktan edindim. Aynen alıntıdır. Meraklısına biraz daha detay:
Kokanın izi ilk kez kuzey Peru da MÖ 2600-1800 yıllarına ait mumyalarda bulunmuş.
INKA’lar 1200-1475 yıllarında yağını çıkarmış. Inka ve diğer kültürlerde koka yaprağının özel bir yeri varmış. Geleneksel olarak hristiyanların şarabı gibi temel dini tören malzemesi, ölüm, düğün vs alanlarda kullanılıyor. Büyücü doktorlar hastalarını koka ile iyileştiriyor, falcılar yaprağından fal bakıp geçmiş ve gelecek hakkında yorum yapıyor, büyü yapmada kötüyü kovmada yine koka yaprağına başvuruluyor. Dua ederken sembol olarak kullanılıyormuş.
Daha sonra kokayı beyaz adam keşfetmiş.
Koka çiğnemenin, kölelerin daha hızlı yürümesini ve enerjik olmasını sağladığını maden sahipleri anlayınca zorunlu hale getirilmiş. Köleler 48 saat aralıksız mola vermeden, yemek yemeden sadece koka çiğneyerek çalıştırılmış.

1885 de anastezide kullanılmak üzere kokain üretilmiş. (nerede olduğunu not almamışım)

İlk olarak Fransada “Mariani Wine” markası her 28 gr likör için 0,12 gr kokain kullanmaya başlamış daha sonra Abd de 1886 da Dr. John Pemberton tarafından koka bazlı ilk soft içecek “coca cola” adıyla üretime girmiş.
1894 de coca cola’nın içeriğinde kokain varken 1914 de yasaklanması üzerine koka yaprağı tadı (flavour) kullanılmaya başlamış.
Bu madde günümüzde ilaç sanayi, coca cola şirketi ve yasadışı kokain mafyası tarafından yönetilmekte buna rağmen Bolivya suçlanmaktadır. (ve diğer fakir ülkeler—bu benim eklemem)
Bugün 36 ülke ilaç endüstrisinde yasal olarak koka üretiyor. ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, Belçika vs bu ülkeler içinde ama Peru, Bolivya gibi bu kıtanın ülkeleri listede yok. Abd de coca cola’nın sahibi Stephan Chemical 500 kg / yıl üretim yapmaktadır.

Müzedeki bilgiler daha çoktu ama ben ancak bu kadar not alabildim. En son aldığım notlar bence çok hoş, çeviride belki eksik kalırım diye orjinalini de ekliyorum bilenler kendi çevirsin.
 “Beyaz adam (fatih) koka yaprağına dokunduğunda, bedeni için zehir ve aklı için delilik buldu ve ne zaman koka yaprağı onun kalbini yatıştırmaya çalışsa, sadece onu kırmaya yaradı, sanki buz kristalinin dağları tahrip etmesi gibi.  . …(When the white conqueror touched the coca leaf, all he found was venom for his body and madness for his mind and when coca tried to appease his heart, it only served to break it, like ice crytals destroy mountains)

“Yaprağı sevgi ile koru ve kalbinde acı hissettiğinde ya da kafanda belirsizlik oluştuğunda yaprağı ağzına götür.  (..guard your leaves with love and when you feel pain in your heart or obscurity in your mind, bring the leaves to your mouth..)
Nasıl herşeyin cılkı çıkarılır..alın size örnek..

SALAR DE UYUNİ
Buralarda yazdığım pek çok şeye sık sık “dünyanın en…” kelimesiyle başlıyorum. Evet Salar de Uyuni de dünyanın en büyük tuz gölü-çölü ne denirse artık oymuş..
Git git heryer kar beyazı..fotoğraflarda kar mı tuz mu ayırt etmek zor. Uyuni Bolivyanın güneyinde küçücük bir yer. Bu tuz gölü  onlara hem tuz ihracatından gelir hem de turizm geliri sağlamış – gerçi ilk yazdığımdan pek emin değilim, tuz ihracatı onlara ne kadar ekmek kapısı olmuştur bilmiyorum aslında. Salar de Uyuni oldukça etkileyici. Jipimizle uçsuz bucaksız beyazlığın ortasında lastik izlerinden grileşmiş yollarda yol aldık. Bu arada şöyle bir sorum var, bilen varsa lütfen beni aydınlatsın. Tuz gölünde kuruyan tuzlar altıgen şeklini almış.. Neden? (bknz. Fotoğraflar)
Bu çölün ortasında -hala çöl mü, göl mü ben karar veremedim J
Neyse adı Isla Pescado “balık adası” olan bir yere geldik. Üstü kaktüs dolu bu adanın adı meğerse şekli balığa benziyor diye balık adasıymış. (haritasında bir ucunda balık kuyruğu şekli var) Adadan tuz manzarası gerçekten güzeldi. Bu kısmı anlatması için sizi fotoğraflara havale ediyorum.
Aslında 2 gece 3 günlük turlar vardı, gece tuzlada kalınıp, flamingolar, volkanlar, değişik renklere bürünmüş göllerin görüleceği ilginç bir tur ama gece konaklamanın ısıtmasız otellerde olduğu ve uyku tulumları kiralanması, kalın giysiler alınması gibi öneriler hala gribi geçmemiz bendeniz için gitmeme kararı oldu.
Buraya ait küçük bir not daha ekleyeyim, yolda bizi tren mezarlığı gibi bir yere de götürdüler. Trenle tuz çölünü boydan boya geçmek ve Şili’ye varmak mümkün.

TİTİKAKA
Dedim yaa “en”lerle devam edeceğim. Titikaka “3815 mt ile dünyanın en yüksekdeki gölü”. Ortalama derinlik 140-180 mt ve yüzey alanı 8288 km2 ile Bolivya ve Peru arasında masmavi sularıyla deniz misali uzanmış, ufka bakınca kara değil ufuk çizgisi görünüyor. İçinde adaları, yapay adacıkları ve doğal balıkları var. Önce Bolivya kıyısındaki Copacabana şehrinde ulaştık, oradan biz ve otobüsümüz teknelerine ayrı ayrı binip karşıya geçti. Yol boyunca yeşillenmiş tarım alanları daha canlı yerleşimler görmek beni bu ülke adına mutlu etti. Copacabana şehrinden Isla del Sol (güneş adası) ve Isla del luna (ay adası) ulaşımları var biz güneş adasına gittik. Bu arada biz derken Türkiyeden arkadaşım Müge ile buluştuk ve yaklaşık 1 haftamız birlikte geçti. Böylece Türk görmeyenlere “dos Turcas” olarak çıkartma yaptık.

COPA CABANA VE ISLA DEL SOL
Copacabana (bu isim aynı zamanda Rio de Jenario’nun en önemli plajlarından birinin ismi, bu kıtada böyle tekrarları görmek mümkün) anladığım kadarıyla dini anlamda önemli şehirlerden biri. İlginç bir katetrali var, beyaz boyası ve kubbe tarzı mimarisi ile şu ana kadar gördüklerimizden daha değişik ve hoştu. Küçük bir yer ama hoş kafeleri ve kaliteli restoranları ile güzel. Buradan Isla del Sol’a teknelerle ulaşılıyor. Adanın değişik koylarında değişik şeyler görmek mümkün ama ayak bastı parasını ödeyerek J

Notlar:
1-       Arjantin’den Bolivya ya ıssız yol boyunca küçük küçük yapılar vardı. 60-80 cm yüksekliğinde ev maketi gibi. Üstünde hac ve çiçekler var. Sordum, ibadet içinmiş. 
2-      Maskeler geleneksel kutlamalarda önemli bir figür.

19 Eylül 2010 Pazar

ARJANTİN

Vize istemeyen ülkeleri çok seviyorum..Veriyorsun pasaportu damgalıyor o kadar..Burada bizden vize isteyen 2 ülke var..biri Peru, diğeri Paraguay (eger Paraguay’a günübirlik girip aynı yerden geri dönecekseniz oraya da vize gerekmiyormus. Çok ucuz elektronik pazarı olduğunu söylediler ama hiçbir şey taşımaya niyetim olmadığı için gitmedim) Neyse konu vizeden açılmışken şunu da anlatayım sonra Arjantine geçeyim. Peru vizesini Türkiye’den almak için Peru’nun Roma elçiliğine başvurmamız gerekiyor. Biryığın evrak ve yanlış hatırlamıyorsam 300TL civarı para..Tecrübeli bir arkadasım git B.Aires’ten kolayca alırsın demişti. Sağolsun bu bilgi çok işime yaradı. Yaklaşık 40 TL ye ve 1 saat içinde aldım. İstenen evrakları hazırlamamak da cabası. Ben bunun sevinci içindeyken – yani en kolay aldığım vize diye düşünürken- Hollandalı bir arkadas “1 saat mi? O da ne alt tarafı damga vuracaklar” dedi. Ona uzun ve zahmetli geldi..Damdan düşmeyen düşenin halinden ne anlar..Neyse fazla yorum yapmayayım çünkü sinir oluyorum..
Evett..Arjantin de Puerto Iguazu’ya geçtim. Hemen yapı değişti. Tek katlı, bahçe içinde lüks değil ama oldukça şık ve sade bir yerleşim yeri. Sakin bir yer.. Özelliği şelaleler ve oranın Arjantin tarafını daha önceki yazıda yazdığım için tekrar yazmıyorum. Buradan 21 saatlik otobüs yolculuğu ile Buenos Aires’e yollandım.    

Buenos Aires (buenos:iyi, güzel – aires:havalar)
Bu güzel havalar diyarı beni kıştan bahara geçen “tehlikeli” bir konumda karşıladı. Bir an iyi diğer an bilmiyorsunuz. Boşuna dememiş şair “beni bu güzel havalar mahfetti” diye J
Ama çantamın dörtte birini oluşturan ilaç torbamı boşuna taşımadığıma sevindim en azından.
Buenos Aires (BA) her yönüyle klasik bir Avrupa kenti. Mimarisi, insanları..Brezilya da yelpazeden sözetmiştim ama burada insanlar tek renk. Sarışın, esmer farkı bile pek yok. Kumral yogunluklu. Zaten çoğu avrupa kökenli-Uruguay gibi- buralarda haritaya bakmasam kendimi Avrupa’da sanabilirdim. Zaten durmadan BA yerine Barselona deyip durdum şehre. Bu yönüyle fazla vakit kaybetmeye gerek olmayan bir şehirdi ama benim dinlenmeye ihtiyacım vardı. Brezilya ya göre nispeten daha ucuzdu. Bende sallana sallana gezdim şehri. Buralı insanlarla buluştum, salsa kursuna bile gittim. 5 gün güzel gecti sayılır, son 2 günlük soğuğu saymazsak.
Kaldığım yer şehrin merkezindeydi, pek çok yere yürüyerek ulaşma imkanı sağladı. Zaten belli başlı yerleri özetlersek;
Florida caddesi; Fotograflarda da göreceksiniz, bizim Beyoğlu tarzı bir yer ama caddenin ortasında sıra sıra işportacılar (ama sanırım yasal) rengarenk şeyler satıyorlar. Arjantin de fiyatlar bize yakın, hatta biraz daha ucuz bile diyebilirim.
San Telmo: Şans eseri Pazar günü gittim ki esas görülesi zamanmış. Upuzun bir cadde ve müthiş kalabalık aynı Florida cd. gibi (hatta bazı işportacılar, animatörler oradan gelmişti) canlı müzik, tango gösterileri..bu bölge antika mağazaları ve kafeleri ile meşhurmuş. Turlamak keyifliydi.
Arjantin yüzyıl önce dünyanın en zengin sekiz ülkesinden biriymiş. Ünlü Mayıs Meydanında hükümet binasını gezerken bu zenginliği altın kaplama kapı ve tavanlarda somut olarak görebiliyorsunuz. Çok kısa tarih bilgisi; 25 Mayıs 1810 bağımsızlık günleri, yani 200 yıl olmuş sömürüye başkaldıralı. Güney Amerika’daki tüm ülkelerden askeri ve siyasi liderlerin portrelerinin olduğu bir salon gezdim. Fotografları ve haklarında bilgiler vardı. Hemen hepsi 40 yaşını göremeden ölmüş. Che 39, Evita 33 yaşındaymış öldüğünde. 57’yi gördüğümde vay be çok yaşamış neden acaba diye daha bir merakla baktım geçmişine..Bu kıtanın tarihi gerçekten çok ilginç. Bunu ayrıca yazmam lazım, şimdi tarih sevmeyenleri sıkmayalım.
Bu arada fotograflarda mezarlık göreceksiniz ama ben hayatımda böylesini görmedim. Küçük bir şehir gibi. Mezarlar neredeyse bildiğimiz ev boyutunda. Kapılı, pencereli. Kimi mermerden, kimi sütunlu..Evita dahil pek çok kişinin mezarı burada.
BA, dediğim gibi güzel amaa.. aynı zamanda sıradan bir şehir. Palermo, Puerto Madero, Boca diğer turistik yerlerinden bazıları. Örneğin Boca fotoğraflarda rengarenk evlerin olduğu cıvıl cıvıl bir yer gibi görünüyordu. Aynı zamanda Maradona’nın doğduğu yer ve takımı, stadyumu yani futbolu ile ünlü. Gideyim dedim. Bindim belediye otobüsüne birkaç durak önce stadyumun arkasında inmişim. Yürüyerek buldum yeri. Kısa 2 sokaktan oluşan, bana göre “yapma” turistik mekanlardan biri. Sakin sakin geldiğim yerden geri döneceğim, dükkan sahibi bayan beni uyardı “ sana vurup sonra çantanı alıp kaçarlar, dikkatli ol” dedi. Yani insan psikolojisi ne garip, sakin sakin – cahil cesareti ile- geldiğim aynı yolu telaş içinde geri gittim. Bu arada BA oldukça güvenli bir şehir bence. Özellikle şehir merkezi..test edilip, onaylanmıştır J
Veee TANGO..13-31 Agustos Tango Festivaliymiş. Her yer tango doluydu. Sokaktaki amatöründen, salondaki profesyoneline kadar. 2009 yılında Tango UNESCO tarafından dünya kültür mirasına alınmış. Yani sadece dans değil artık bir kültür mirasıymış. Bu bilgiyi de ekleyip BA kısmını kapatalım.
Son bir not: Fotograflarda televizyondan çekilmiş bir kadın portresi var. Evet O kadın Arjantin Cumhurbaşkanıymış. Elalemin ne cumhurbaskanları var, bakın da gözünüz gönlünüz açılsın :)


Tigre
Buenos Aires’in trenle 40 dk kuzeyindeki ilçesi. Aslında burayı bilmeyecektim. Uruguaya gidiş hazırlığındayken oralı birisi Tigre den kalkan vapurla Uruguaya geçmemi önerdi. Baktım hoş bir yere benziyor ve yağmurlu bir günde-hemde ne yağmur- vardım. Sular sel olmuş..ancak kendimi hostele attım. Vapur ertesi sabah, o yüzden hiçbir yere çıkmadan ayrıldım Tigre’den ama dönüşte gezmek üzere.
Dönüşte benden özür dilercesine hava kıyak geçti ve Tigre’ye hayran kaldım. Çok az yer için “ben burada yaşarım” derim. Evet Tigre bunlardan biri olabilir. Burada yaşa, BA de çalış. Süper..Ben buraya göz koydum J
Parana nehri okyanusa çok büyük bir delta ile dökülüyor. Tatlı su deniz olmuş, sonra okyanusa karışıyor. Tigre bu delta üzerinde kurulan evlerle çok şirin bir yer. Evlerin iskelesi var, tabii hepsinin ulaşım aracı tekne. Evler kazıklar üstüne yapılmış. Neyse burayı bırakayım fotograflar anlatsın.
Sadece birkaç anı ekleyeyim. Uzaklar II teknesi 2 yıldır dünyayı dolaşıyor, Osman ve Sibel Tigre yakınlarında demirlemişler. Bir bayram günü 3 Türk buluştuk. Osman telefonda “sen İzmir’limisin?” dedi ben de hayret Karadenizlilik şiveden anlaşılır ama İzmir nasıl yani! Diye düşünürken, Sibel Balçovalıymış. İzmir köy, tabii ki ortak tanıdık da çıkacak. Benim için çok bir güzel bir bayram oldu. İkisiyle de tanışmak ve zaman geçirmek pek keyifliydi.
Şu nu da yazıp öyle bitireyim: Tigre de kaldıgım otelin sahibinin aktardığıdır – yorumsuz yazıyorum: Bir erkeğin 4 tip kadına ihtiyacı olurmuş.
1-       Yunanlı- yemek yapsın diye
2-      Hintli – hoş tutsun diye
3-      İtalyan – çocuk doğursun diye
4-      Türk – hadi bilin bakalım niye?

“fighting” yani Savaş, mücadele, kavga..demek.. 
 
Osman ve Sibel’den duyduğum; “bir Türk gibi siste kaybolmak” ve “Türk kadını gibi kıskanç” deyimleri de buralarda yaygınmış.

Araya bir Uruguay sıkıştırıp sonra gerçek Latin Amerikaya doğru yola çıkacağım.