16 Eylül 2010 Perşembe

URUGUAY

Gelmeden önceki araştırmalarım Uruguay’ı ziyaret etmesem de olur şeklindeydi. Ama tecrübeliler “Buenos Aires’ten oraya gitmek o kadar kolay ki, gitmemek yazık” şeklinde yorum yapınca ve yine görenlerden bir başka arkadaş özellikle Cabo Polonio denilen yeri şiddetle önerince tamam dedim, Gidiyorum..   
Tigre fotograflarında gördüğünüz catamaranla Uruguay da Carmelo ya vardım. Aslında Cabo Polonio denilen yer buradan 8-9 saatlik otobus yolculuğu. Ülkenin güney sahilini batıdan doğuya geçmek gerekiyor ama öyle bir yapılanma varki başkent Montevideo’dan tüm ulaşımlar ve o da tam ortada. Yani gündüz 3-4 saat gidip orada konaklamak zorundayım ertesi sabah tekrar otobus ve devam. Hem hasta olmam hem de karanlıkta yol almamak adına Colonio del sacremento ve Montevideo da birer gece konaklamak zorunda kaldım.
Uruguay daha önceden Arjantin ile birleşikmiş. Şimdi de daha çok Arjantililerin sayfiye yeri olarak kullanılıyor gibi. Özellikle yazın haftasonları pek çok B.Airesli buradaymış. Ülke nüfusu 3 milyon civarı ve Avrupa göçmeni insanlar. Burada inek sayısı insan sayısından daha fazla. (bizde buralardan ithal etmeye başladık yaa..sinir bir durum neyse) Ülke tam bir mera..uçsuz bucaksız, düz, sulak alanlar..inek, at ve koyunları bırakmışlar, arazi sınırlarını çitle çevirmişler..o kadar, burada hayvancılık kolay iş yani, yem-su derdi yok, saldım çayıra mevlam kayıra. Tarım çok gelişmiş değilmiş ama özellikle pirinç üretiminde iyilermiş, portakalda varmış. Çin’e bile prinç ihraç ediyorlarmış.  Bu arada eti ihraç ettikleri için buradakilerde pahalı yiyormuş.
Ana gelirlerden biri turizm..çoğunluğu Güney Amerika insanlarından. Montevideo Buenos Airesin minyatürü, Colonio del Sacremento UNESCO kültür mirasında ama ben pek beğenmedim hatta Unesco önüne geleni mirasına mı alıyor diye düşündüm. Ama tabii bu benim fikrim beğenenler var.

Evett esas geliş sebebim Cabo Polonio..burayı sevdim..bakın buraya diyecek lafım yok. Zaten çektiğim fotoğrafların çoğu buradan, sevdiğimi sizde tahmin edeceksiniz..
Issız bir yol, herhalde 30 dk da bir araç geçiyor (tabii kış olduğu ve buranın yazlık mekan olduğunu hatırlatayım) indik otobüsten..ben iyi kötü bir terminal umuyordum ama yol kenarında buluverdim kendimi. İyiki yanımda ingilizcesi süper, biraz İspanya da biraz burada yaşayan bir bayan var. Bizi CP’ya götürecek traktörü beklerken bana çok şey anlattı. “Buradan 8 km yol ile deniz kenarına ulaşılıyor, yol kum olduğu için araç gidemiyor, sadece traktör veya yaya ulaşım var. Eskiden burada balina avcılığı yapılırdı. 1992 de yasaklanınca tümü balıkçı olan halkı işsiz kalıp bölgeyi terk etti çünkü yol yok elektirik yok. Elektrik şimdi de yok.  Uzun yıllar yeri sapa diye kimse buraya ilgi göstermedi. 15 yıl önce turizme açıldı ve şimdi gözde mekanlardan biri. Ulusal park kapsamında artık yapı izni verilmiyor.” Dedi. Traktörümüz kum yığınları arasındaki ağaçların gölgesinden bizi aldı ve püfür püfür esinti ile sahile vardık. Sahil hem de ne sahil..geniş, uzun..kumlara serpiştirilmiş evler..Kumlar altın gibi parlak, üstünde zor yürünüyor. Bizim baraka diyeceğimiz evler pansiyon ve bende Panço’nun yerinde kaldım. Akşam 4 Brezilyalı, 3 Uruguaylı, 2 Arjantinli ve 1 Türk olarak muhabbet ortaya karışıktı. Kiminin orijini İtalyan, kiminin Polonya, Almanya vb Avrupa çıkışlılar (yani dedeleri)..Panço’ya bilgisayarımdaki İstanbul, Karadeniz, Güneydoğu vs fotografları gösterdim..Muhtemelen önümüzdeki yıl bizim oralara gelir, tanıştırırım. Ayrıca Brezilyalı çocuğun ailesi Türkiyeden yeni dönmüş, onlardan dinlediklerini birde benden teyidettirdi. Anlayacagınız mübarek Kadir gecesi Türkiye tanıtımına katkım oldu. Geceyi size tarif etmem lazım. Gökyüzündeki yıldızlar sanki 2 mt üstümüzde parlıyor gibiydi. Samanyolu yol bulmuş aşağılara uzanmıştı. Bu görüntü genellikle dağda kamp yaptığımızda olur, çünkü elektirik ışığının olmadığı yerlerde görülür. Burada da ışık yok ve gecesi, soğuğa rağmen, muhteşem görüntü sundu.
Aslında buralara yazın gelip dışarıda uyumak var. Fakat yazın çok kalabalık olduğunu da hatırlayınca fazla da üzülmedim. Bazan böyle mekanlar mevsim dışında daha lezzetli olabiliyor. -kendime avuntu yapıyorum işte J
Sabah deniz fenerine çıkıp birde yukarıdan manzarayı kontrol ettikten ve deniz aslanlarını görüntüledikten sonra etrafı iyice kolaçan ettim. Balinaların buraya gelişleri genelde 10-12 eylül arasıymış. Şansım yavergitseydi görebilecektim ama yunus ve deniz aslanlarını görmekle kaldım.
Buraya gelmemiş olsaydım Uruguay’a gıcık olmuş vaziyette dönmüş olacaktım. Hakettiğinden daha fazla paramı yedi diye düşündüm. Arjantinden daha pahalı bir ülke ve buna değecek üstünlüğü yok bence.
Unutmadan “Mate” çayını da yazmam lazım. Hem Arjantin hem de Uruguay için oldukça önemli bir içeçek. Yolda, işde, evde her yerde insanların elinde özel bardağı ve koltuklarının altında termosu ile mate var. Bardak bizdeki kupanın büyüğü, içinde ucu süzgeçli demir pipeti var. Çay yeşil yapraklı, iri öğütülmüş bir çay. Bardağa zaman zaman sıcak su ekliyerek içiyorlar. Bana da denettiler ama önce uyardılar, ilk içişte tadı güzel gelmezmiş, inat edip devam etmek gerekirmiş. İnatçıyımdır ama açıkcası inadımı boş şeylere kullanmak gelmedi içimden. Bir fıt aldım ve bıraktım. Acımsı bir tat..kupa sırayla insanlar arasında dolanıyormuş, anladığım kadarıyla muhabbet ve sosyalliğin bir simgesi, bizdeki kahve misali.
Bu küçük ülke hakkında yazacaklarım bu kadar. Aslında yine tatlı insanlarla karşılaştım bu konuda diyecek bir şikayetim yok. Muhabbetler yine sıcaktı. Sadece hastalığın kaprisi belkide beni biraz tatsız yaptı şikayetvari yazdırdı.
Neyse, artık gerçek Latin Amerika’ya doğru yola çıkıyorum. Bolivya..dan görüşmek umuduyla. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder